Nedim (Divan Şairi) Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

Nedim (d. 1681, İstanbul – ö. 1730, İstanbul)

Nedim (Divan Şairi)

Aslolan adı Ahmet’tir. İstanbulludur. Evinin Beşiktaş’ta olduğuna dair şiirlerinde kendisinin verdiği bilgiyi belgeler de destek sunar. 1681 senesinde dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Anası Saliha Hatun, İstanbul’un fethinden itibaren devlet hizmetinde bulunan Karaçelebizadeler ailesindendir. Babası Kadı Mehmet Efendi ise Sultan İbrahim devri (1640-1648) kazaskerlerinden Merzifonlu Mustafa Muslihittin Efendi’nin erkek evladıdır. Kazasker Muslihittin Efendi bazı fena alışkanlıklarından dolayı ulema ve halk tarafınca sevilmediği için kendisine çirkin lakaplar takılmış, Mülakkap Mustafa Efendi diye tanınmıştır. Dedesine takılan lakaplardan dolayı Osmanzade Taip benzer biçimde bazı şairler Nedim’den mülakkabzade diye bahsetmişlerdir.

Ahmet Nedim iyi bir eğitim görmüş; periyodunun klasik ilimlerini eğitim etmiş, Arapça ve Farsça’yı bu dillerde şiir yazacak kadar öğrenmiştir. Tahsilini tamamladıktan sonrasında Şeyhülislam Ebezade Abdullah Efendi’nin de bulunmuş olduğu bir jüri tarafınca meydana getirilen sınavda başarı göstermiş olarak müderris olmuştur. Söz mevzusu edilen sınavın zamanı bilinmemekle birlikte, Ebezade Abdullah Efendi’nin görevde bulunmuş olduğu 1707-1713 yılları aralığında gerçekleştiği kesindir. Bu tarihler, hem de Sultan III. Ahmet periyodu (1703-1730) un başlarına rastlamaktadır. Bu sırada Ali Paşa, III. Ahmet’in on birinci sadrazamı olarak göreve getirilmiştir(1713). Nedim ise 1702-1703 yılına karşılık eden tarih manzumesini dikkate alırsak artık çıraklık safhasını aşmış bir şairdir.

Ali Paşa’nın Varadin’de şehit düşmesinden sonrasında yerine Halil Paşa getirilir. Bu sırada İbrahim Paşa’nın yıldızı parlamaktadır. İbrahim Paşa, 1716 senesinde mirahurluğa, arkasından rikab-ı hümayun kaimmakamlığına atanır. Bu ikinci atamayla ilgili olarak Nedim bir tarih manzumesi yazar. İbrahim Paşa, Ali Paşa’nın şehit edilmesinden sonrasında geride kalan nikâhlısı Fatma Sultan’la evlenerek padişaha damat olur. 1718 tarihinde de sadrazamlık makamına getirilir. Bu tarih, hemen sonra Lale Devri (1718-1730) olarak adlandırılan devrin başlangıcıdır. Artık, Damat İbrahim Paşa’nın derhal her faaliyeti Nedim’in dikkatini çeker. Ozan, kıta ve kasideleriyle her fırsatta hamisine bağlılığını ifade eder. İbrahim Paşa’yı takdir eden, öven tek ozan bir tek Nedim değildir. Fakat Nedim, bu şairlerin içinde en başarı göstermiş olanıdır. Bir taraftan İbrahim Paşa’nın faaliyetlerini şiirleriyle överken öteki taraftan da Lale Devrinde teşekkül ettirilen çeviri heyetlerinde vazife alarak hâmisinin her hamlesine destek verir. Meslek hayatında da acele ilerler. Müderrislikten Mahmut Paşa Mahkemesi naipliğine getirilir. Hemen sonra 1726’da Molla Kırımî Medresesinde, 1728’de Nişancı Paşa-yı Atik Medresesinde vazife meydana getiren Nedim, 1729’da Sahn Medreseleri müderrisliğine yükselir. Sekban Ali Paşa Medresesinde müderris iken Patrona Halil İsyanı patlak verir (1730).

İsyan esnasında Nedim’in akıbetinin ne olduğu mevzusunda değişik iddialar ileri sürülmüştür. Kaynaklarda şairin, söz mevzusu isyanı takip eden günlerde illet-i vehimeden yada içkiye düşkünlüğü sebebiyle titreme hastalığından öldüğüne dair bilgiler kayıtlıdır. Güvenilir yaşam öyküsü müelliflerinden Süleyman Sadettin, Nedim’in ihtilal esnasında korkudan evinin damına çıktığını ve oradan düşerek öldüğünü anlatmaktadır. Bu acı akıbet, şairin kim bilir son bir kurtuluş ümidiyle evinin damına çıktığını yada linç edilerek öldürülen büyükbabası Mülakkab Mustafa Efendi’nin yaşamış olduğu tecrübenin yine edilmesine imkân vermemek için ölümü tercih ettiğini akla getirmektedir. Sadece kati olan bir şey vardır; o da şairin ihtilal esnasında öldüğüdür. Nedim’in muhallefatına dair kayıtlar 15 Rebiülahir 1143/28 Ekim 1730 tarihinde düzenlendiğine bakılırsa bu tarihten ilkin ölmüştür. Şairin kabri Üsküdar Karacaahmet Mezarlığının Miskinler kısmındadır. Gömüt kitabesinde ölümüne düşürülmüş şu tarih beyti yazılıdır:

Revâ ola düşerse fevtine işbu du’â târih
Nedîm ola nedîm-i şâh-ı ceyş-i enbiyâ yâ Rab

Nedim Şairliği – Yazınsal Kişiliği

XVIII. yüzyılın başlangıcında gazelde hikemî tarzın büyük temsilcisi Nâbî‘nin, kasidede Nef’î‘nin tesirinin revaçta olduğu şiir ortamına ilk adımını atan Nedim, oldukca geçmeden Nedimane denilen yeni bir biçim geliştirmiştir. Bu tarzın esasını; söyleyiş mükemmelliği, yerlilik arzusu ve Nedim’e özgü edâ oluşturur. Kendisi de bir gazelinde;

Ma’lûmdur benim sühanım mahlas istemez
Fark eyler onu şehrimizin nüktedânları

diyerek üslup sahibi bir ozan bulunduğunu ifade etmiştir.

Nedim, şiir lügati varlıklı olmayan şairlerdendir. Bulmuş olduğu bir imajı yada hoşuna giden benzetme unsurlarını yine yine kullanır. Onun aslolan kudreti dili kullanmadaki ustalığında saklıdır. Konuşma dilinden gelen söyleyişleri kullanmadaki dehası ve ahengi sağlamadaki titiz işçiliği onu çağdaşlarından ayırır. Kafiye, redif ve vezin kullanımındaki başarısı, şiirlerinde ritmik akışkanlığın sağlanmasında etkili olmuştur. Redif ve kafiye kullanımında geleneğe bağlı olan şairin ara sıra Türkçe kelime ve eklerle yapmış olduğu kafiyelerdeki doğallık, daha önceki şairlerde azca rastlanan bir özelliktir. Nedim aruzun musikisini yakalayan ve şiirinde âdeta bir uyum unsuru olarak kullanan divan şairlerinden biridir. Şiirlerinin bestelenmeye elverişli bir yapısı vardır. Onun için şairin yaşamış olduğu dönemden başlayarak musammatları ve gazelleri bestelenmiştir.

Nedimane denilen tarzın mühim özelliklerinden bir diğeri, yerlilik merakıdır. Nedim, divan şiirinde Necatî’yle belirginleşen, Bakî ve Şeyhülislam Yahya benzer biçimde şairlerin eserlerinde mükemmelleşen mahallîleşme deneyiminin XVIII. yüzyıldaki en büyük temsilcisidir. Onun, şiirlerinde halk edebiyatına yakınlaşması, İstanbul hayatından görüntüler sunması, gerçek yaşamdan alınan unsurları kullanımı, günlük dilden gelen konuşma kalıplarına ve deyimlere yer vermesi yerlilik arzusunu gösteren unsurlar olarak görülmektedir.

Bilinmiş olduğu benzer biçimde XVIII. yüzyılda halk ve divan şiiri içinde nispi bir yakınlık söz mevzusudur. Divanlarda heceyle yazılmış şiirler yer almış olduğu benzer biçimde, halk şairlerinin de divan şiirinin güzel duyu ve hayal yaşamına yakın şiirler söyledikleri bilinmektedir. Nedim’in,

Sevdiğim cemâlin çünkim göremem
Çıkmasın hayâlin dil-i şeydâdan
Hâk-i pâye çünki yüzler süremem
Alayım peyâmın bâd-ı sabâdan

ve

Tutasın cihânı Sikender benzer biçimde
Şevket ile dünyâ dola hünkârım
Kapına Ferîdûn bir çâker benzer biçimde
Her ne emredersen n’ola hünkârım

dörtlükleriyle süregelen koşmaları, yerlilik arzusunun en somut göstergelerindendir. Nedim’in yerlilik merakının en dikkate kıymet tarafı ise şiirlerinde İstanbul hayatından görüntüler sunmuş olmasıdır. XVIII. yüzyılın başlangıcında bilhassa İbrahim Paşa’nın gayretleriyle oluşturulan sulh ve istikrar döneminde, bayındır faaliyetleriyle beraber eğlence hayatıyla ilgili mekânların ve mesire yerlerinin de tekrardan düzenlenmiş olduğu bilinmektedir. Düzenlenen helva gecelerine, Sadabad eğlencelerine devlet ricalinin yanı sıra şairlerin de katılmış olduğu, eserlerinden anlaşılmaktadır. İstanbul’un eğlence ve mesire yerlerinin şiirlere mevzu olması XVIII. yüzyılda başlamaz. Fakat Nedim devraldığı bir geleneği daha canlı, değişik görüntüler ve tipleri öne çıkararak devam ettirir. Ek olarak Nedim, devrin öteki şairleri benzer biçimde, İbrahim Paşa’nın İstanbul ve Nevşehir’de yaptırdığı çeşme ve sebillere, han ve kervansaraylara, hamamlara, köşklere manzum tarihler düşürmüştür.

Nedim, Osmanlı şairleri içinde devriyle beraber anılan, hatta özdeşleşen müstesna şairlerdendir. Lale Devrinde Nedim’le aynı muhitte yaşayan ve devrin havasını onunla beraber solunum eden pek oldukca ozan olmasına karşın devrinin ruhunu onun kadar eserine yansıtan olmamıştır. Damat İbrahim Paşa’nın Osmanlı kültür ve sanat hayatında gerçekleştirmeye çalmış olduğu hamleye Nedim şiirleriyle, Itrî besteleriyle, Levnî mücessem nakışlarıyla katkıda bulunmuştur.

Nedim, her yönüyle devrinin adamıdır. Ne yazık ki Patrona İsyanı ile bir tek Lale Devri değil, Nedim’in yaşamı da ağlatısal bir şekilde son bulmuştur. Şairin mütebessim çehresini bu ağlatısal olayın ruhumuza gerdiği sisli perdenin arkasından, fakat bir tek şiirlerine yansıdığı kadarıyla görürüz. Onun şiirlerinde Türkçe’nin nabız atışlarını duyar, Osmanlı zevk ve yaşama üslubunun nahif çizgilerini buluruz. Nedim’in şiirlerinde önceki asırların şairlerinde görülen tasavvufi derinlik ve zihnî tasarruflara dayalı ustalık merakı yoktur. Sanki her şey kendiliğinden olmuş izlenimi verir. Bu durum, onun nazirelerinde, tahmis ve taştirlerinde daha açık şekilde görülür.

Nedim, başta Fuzulî olmak suretiyle pek oldukca usta şaire nazire söylemiştir. Nevâyî‘nin bir gazelini tanzir etmiş ve ek olarak Çağatayca üç beyitli bir manzume söylemiştir. Razî, Neşatî Dede ve Tıflî’nin gazellerine tahmis; Nedim-i Kadîm ile İzzet Ali Paşa’nın şiirlerine taştir yazmış; Enverî, İbrahim Paşa ve Sultan Ahmet’in mısra ve beyitlerini tazmin etmiştir. Ek olarak, “benzer biçimde” redifli kasidesinde İran şairlerine âdeta meydan okuyan Nedim, Türk şairlerinden kasidede Nef’î’yi; gazelde Bakî ve Yahya’yı; mesnevi tarzında Atayî’yi ve rubaide ise Haletî’yi beğendiğini söylemiştir.

Bilhassa ilk kasidelerinde Nefî etkisine sonuna kadar açık olan Nedim, gazelde de kendisini Bakî’nin mirasçısı sayar. Sürecinin şairlerinden Arif Efendi, İzzet Ali Paşa ve Razî benzer biçimde şairlere birer beytinde yer verir. Devrin öteki şairleri ile beraber Nedim de Namî mahlasıyla şiirler söyleyen Safevi elçisi Murtazakulu Han’a nazireler söyler. Divan edebiyatı geleneği içinde belirginleşen tüm arayışlar, tecrübeler ve hatta kimi süre ikincil bir duyarlık olarak kalıp genelleşmeyen denemeler Nedim’in dikkatini çeker. O, tüm bu tecrübelere ve divan şiirinin kaynaklarına kayıtsız kalmaz. Onun divan şiirine getirmiş olduğu yenilik, asırlarca devam eden dağınık tecrübelerin zaferidir.

Nedim, yaşamış olduğu dönemden itibaren çevresinde takipçiler toplayabilen, tesiri birkaç nesle intikal eden müstesna ustalardandır. Bunda divan şiirini yerli bir havaya sokmasının tesiri vardır. O, tekke-tasavvuf muhitleri benzer biçimde nispeten kapalı bir yapı içinde eserini vererek bilhassa sözlü gelenekte tesirini sürdüren Nesimî, Yunus ve Niyazî-i Mısrî benzer biçimde kabul görmüş şairler kural dışı edilirse soluğu her dem taze şairlerin önderlik yapar. Yalnız yaşamış olduğu süre itibariyle değil, eseriyle de bizlere öteki divan şairlerinden daha yakındır.

Nedim’in yeni sesi, edası daha hayattayken devrinin ozan ve tezkirecileri tarafınca fark edilmiştir. Eserini 1134/1722’de tamamlayan Salim’in, Nedim’i “tâze-zebân” sıfatıyla nitelendirmesi dikkate kıymet bir husustur. Safayî’den başlayarak Nedim’in biyografisine yer veren tüm kaynaklarda onun önde gelen şairlerden biri olduğu vurgulanır. Raşit ve Asım benzer biçimde XVIII. yüzyılın iki vakanüvis şairi Nedim’i takdir etmekle kalmayıp şiirlerini tanzir etmişlerdir. XVIII. yüzyıl şairlerinden Kâmî, Neylî, Asım, Atıf, Raşid, İzzet Ali Paşa, Seyyid Vehbî, Samî, Kelîm ve Pertev benzer biçimde şahsiyetlerin de Nedim’e nazireleri vardır. Hatta eserini değişik bir mecrada veren, tasavvuf iklimine şiirinin kapılarını sonuna kadar açan Şeyh Galip bile Nedim’in şiirlerini tanzir etmiştir.

Edebiyatımızın, yüzünü Batı’ya çevirmesiyle beraber tevarüs etmiş olduğu geleneği sürdüren şairlerden çağıl şiir tarzını meydana getirmeye çalışanlara kadar geniş bir yelpazede Nedim’in tesiri devam etmiştir. XIX. yüzyılın ilk yarısında Nedim’in en büyük takip edeni Enderunlu Nitelik’tır.

Tanzimat periyodu şairlerini de etkileyen Leskofçalı Galip, Nedim’in tesirinde kalan bir başka şairdir. Tanzimat edebiyatının önde gelen simalarından Namık Kemal, Nedim’i Türk dilinin en büyük şairi sayar. Edebiyat-ı Cedide şairlerinin benimsedikleri dil anlayışı, Nedim’in söyleyişine dikkat etmelerine engeldir. Bununla beraber “Aveng-i Tesavir”de eski şairlerin daha oldukca mizaçlarıyla ilgili özelliklerini vurgulayan Tevfik Fikret, Nedim’in mizacını, tavrını, periyodunun içindeki yerini ayrıntıya inen çizgilerle tespit eder.

Geçen asrın başlangıcında Nedim, adeta tekrardan keşfedilir. Birinci Cihan Harbinin, bilhassa aydınlar içinde yarattığı ruhsal çöküntü, bir bakıma Nedim’in şiirleriyle telafi edilmeye çalışılır. Bu şekilde bir ortamda Ozan Nedim mecmuası gösterim yaşamına girer. İlk sayısının çıkmış olduğu 16 Ocak 1919’dan 29 Mayıs 1919 evveliyatına kadar 18 sayı çıkarılan bu haftalık edebî dergide Nedim’le ilgili yazılar, İstanbul üstüne denemeler, şairin meşhur şiirlerine nazireler yayınlanır. Şiirleri tahmis edilir. Millî Dergi, “Nedim” nüshasını yayımlar. Yahya Kemal ve Mehmet Halit’in Dergâh’ta Nedim’e dair yazıları çıkar. Bu dergilerdeki yazıların ve şiirlerin büyük çoğunluğunda Nedim; hovarda, birazcık pervasız, neşeli ve yaşama hazzıyla dolu bir ozan olarak tanıtılır. Bu şekilde bir ortamda Yahya Kemal’in “eski şiirin rüzgârıyla” söylediği şiirlerindeki seçimi, nesirleri ve sohbetlerinde ortaya koyduğu görüşleri, Lale Devri ve Nedim’in ozan kimliğinin öne çıkmasında nispeten etkili olur.

Nedim’in şiirlerine yazdığı nazirelerle edebiyat yaşamına adım atan Halil Nihat, Nedim Divanı’nı neşreder (1338-1340). Bu çabası takdirle karşılanır ve bilhassa Ahmet Haşim, Akşam’da piyasaya sürülen “Nedim Divanı’nın Yeni Tab’ı” başlıklı yazısıyla edebiyat ortamında oluşan popüler Nedim imajını öteleyerek şairin gerçek kimliğine dair tespitlerde bulunur. Çağıl Türk şiirinin başlangıcında duran iki ustanın; Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in yaklaşım biçimleri Nedim’in ozan kimliğinin, periyodunun havası içinde boğulmasını erteler.

Cumhuriyet döneminde Nedim’in sanatı kadar yaşamı da dikkati çeker. Yaşamı, Halit Fahri Ozansoy‘un Nedim; Faik Ali Ozansoy‘un da Nedim ve Lale Devri oyunlarına mevzu olur. Ozan Nedim mecmuasının “müdîr-i edebîsi” olan Halit Fahri, “Bugünkü Sadabad” şiirinde Lale Devrini derin bir özleyişle yâd eder. Öteki şiirlerinde de Nedim’i anmadan geçemez. Musahipzade Celal, Lale Devri adlı şarkılı tarihî operetinde Nedim’in şiirlerine yer verir ve oyun sahnelenirken bu güfteler Suphi Ezgi tarafınca bestelenir. Dolayısıyla Yahya Kemal ve Haşim’in vurguladığı ozan kimliği göz ardı edilerek Nedim, büyük seviyede ‘tasarı’ bir yaşama biçiminin temsilcisi sıfatıyla sanat ve edebiyat dünyasında tanınır. Yahya Kemal’in, Lale Devri ve İstanbul üstüne yazdığı şiirlerinde benimsediği söyleyiş tarzından ve sohbetlerinde ortaya koyduğu görüşlerden etkilenen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Nedim’e dair makalesi yine dikkatlerin şairin hayatından oldukca eserine yönelmesinde etkili olur.

Çağıl Türk edebiyatında kitabından oldukca, fantastik öğelerle süslenmiş yaşama biçimiyle hatırlanan ve eleştirilen divan şairlerinin başlangıcında Nedim gelir. Popüler tarihçiliğin ve ideolojik bakış açısıyla geçmişi tekrardan kurma çabalarının bir sonucu olarak Lale Devri ve Nedim çoğu zaman bir yönüyle öne çıkarılır. Oysa ne Lale Devri bir tek eğlenceden ibarettir ne de Nedim’in şiirleri. Nedim’in eserlerinde Lale Devrinin tüm özelliklerini bulmak mümkündür.

Her ne kadar Nedim, çağıl Türk şairlerince şiirlerinden meydana getirilen alıntılar, göndermeler ve çağrışımlarla en oldukca hatırlanan divan şairlerinden biri olsa da bu idrak etme biçimi onun şiiriyle tam olarak örtüşmez. Bu idrak etme biçiminde Nedim, Lale Devrinin müstesna şairidir. İstanbullu ve hatta Beşiktaşlı oluşu, bir elinde gül bir elinde câm (=kadeh) olmak suretiyle dünyadan kâm almak için Sadabad seyrine çıkışı, güzellerle senli benli hitabı ve yaşamın bin bir güzelliğini tatmasına karşın bu dünyanın ona da kalmayışı söz mevzusu edilir. Lale Devri ve Nedim’e dair oluşan bu görüntü, sanat ve edebiyat çevrelerince de paylaşılır. Bu algılamanın değişik yansımalarını Cahit Sıtkı Tarancı, Faruk Nafiz, Umut Yaşar Oğuzcan, Ercüment Behzad Lav, Metin Altıok, Sezai Karakoç, Melih Cevdet Anday ve Attila İlhan’ın Nedim’e ayırdıkları dizelerinde görürüz.

Nedim’in Eserleri

Nedim Divanı:

Nedim’e aslolan şöhretini kazandıran eseri, divanıdır. Şairin hayattayken divan düzenleme edip etmediği bilinmemektedir. Bakü Elyazmalar Arşivi No.11627’de kayıtlı bulunan Nedim Divanı nüshasının, müellif hattı olduğuna dair iddialar da gerçeği yansıtmamaktadır. Nedim Divanı’nın malum en eski tarihindeki nüshası, 1149 senesinde istinsah edilmiş olduğu tahmin edilen ve Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi Y.13 numarada kayıtlı olan nüshadır.

Nedim Divanı’nın yurt içi ve yurt dışındaki kütüphanelerde kırk beş kadar yazma nüshası vardır. Yaratı, üç kez eski harflerle basılmıştır: Divan-ı Nedim, Bulak Matbaası (tarihsiz), 107+59; Divan-ı Nedim, İstanbul 1291, 140; Nedim Divanı, haz. Halil Nihad, İstanbul 1338-1340, 374. İlk iki baskı oldukça eksiktir ve yanlışlarla doludur. Halil Nihat, Nedim Divanı’nı hazırlarken basılı iki nüshanın yanı sıra eserin yirmi yedi yazma nüshasını kullanmıştır. Bu baskının “Lügatçe” kısmında Nedim-i Kadîm Divançesi de yer verilmiştir (331-356). Halil Nihat’ın hazırladığı bu yapıt uzun süre, Nedim’in şiirlerine ilgi duyanların gereksinimlerini karşılamıştır. Hemen sonra Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Müzesine bağışladığı bir nüsha ile Halil Nihat neşrini kullanarak Nedim Divanı’nı yeni harflerle yayımlamıştır (İstanbul 1951).

İkinci baskıya Süleymaniye Kütüphanesi Halet Efendi 763’te kayıtlı mecmuadaki değişik beyitleri de ilave etmiştir (İstanbul 1972). Son olarak Muhsin Macit, eserin malum tüm yazma nüshalarını değerlendirmek suretiyle Nedim Divanı’nın tenkitli metnini doktora tezi olarak hazırlamış (1994), Akçağ Yayınevi bu metnin popüler neşrini yapmıştır (1997).

Nedim Divanı kullanılan nazım şekilleri bakımından klasik divan tertibine uymaktadır. Nedim Divanı’nın malum tüm nüshaları değerlendirilerek hazırlanan son baskıda; 44 kaside, 88 kıta, 3 mesnevi, 1 terkib-bent, 1 terci-bent, 2 mütekerrir müseddes, 1 tardiyye, 5 tahmis, 1 muhammes, 33 murabba, 2 koşma, 166 gazel, 2 müstezad, 11 rubai ve 23 müfred ve matla vardır. Ek olarak Nedim Divanı’nda 5 Arapça, 39 Farsça şiir yer verilmiştir.

Sahaifü’l-Ahbar:

Lale Devri’nde (1718-1730) teşekkül ettirilen çeviri heyetlerinde vazife alan Nedim, Müneccimbaşı Ahmet Âşıkî (ö.1702)’nin Camiü’d-Düvel adlı Arapça eserini Türkçe’ye çevirerek Sahaifü’l-Ahbar adını vermiştir. Nedim’in on yılda tamamlayarak (1720-1730) İbrahim Paşa’ya sunmuş olduğu bu tercüme, 1285 senesinde İstanbul’da basılmıştır.

Aynî Zamanı:

Bedrettin Mahmut bin Ahmet (ö.1451) tarafınca yazılan Ikdu’l-Cüman
fi Zamanı Ehli’z-Süre adlı yirmi dört ciltlik İslam zamanı, Nedim’in de içinde bulunmuş olduğu çeviri heyetince çevrilmiştir. Fakat Nedim’in mütercimler içinde yer almış olduğu bilinmiş olduğu hâlde hangi bölüm yada kısımları çeviri etmiş olduğu hemen hemen bilinmemektedir.

Nedim’in bunlardan başka, Şehit Ali Paşa’ya yazdığı bir dilekçesi, İzzet Ali Paşa’nın
latife yollu mektubuna mensur cevabı, Safayî Tezkiresi’ne Takriz’i ve Münşeat-ı Aziziye’de yer edinen ve kime yazıldığı belli olmayan bir mektubu vardır.

Kaynak: Prof. Dr. Muhsin Macit, XVIII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI. Anadolu Üniv. Yay.

Divan Şairi Nedim’in Şiirlerinden Örnekler

Kaside der vasf-ı İstanbul ve sitayiş-i Sadrazam İbrahim Paşa

KASİDE

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır

Bir gevher-i yekpare iki bahr içinde
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır

Bir kân-ı niamdır ki anın gevheri ikbâl
Bir bağ-ı iremdir ki gülü izz ü alâdır

Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır

Her bağçesi bir çemenistân-ı letâfet
Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır

İnsaf değildir ânı dünyaya değişmek
Gülzarların cennete teşbih hatadır

Hepimiz irişür anda muradına ânınçün
Dergahları melce-i erbab-ı recâdır

Kala-yı meârif satılır sûklarında
Bazâr-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır

Camilerinin her biri bir kûh-i tecellî
Ebrû-yi melek andaki mihrâb-ı duâdır

Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr
Kandilleri meh benzer biçimde lebrîz-i ziyâdır

Ser-çeşmeleri olmada insana revân-bahş
Germ-âbeleri câna safâ cisme şifâdır

Hep halkının etvarı pesendîde-i makbul
Derler ki birazcık dilleri bî-mihr ü vefâdır

Şimdi meydana getirilen âlem-i nev-resm ü safânın
Evsafı hele başka kitâb olsa sezâdır

Nâmı benzer biçimde olmuşdur o hem sa’d hem âbâd
İstanbul’a sermâye-i fahr olsa revâdır

Kûh-sarları bağları kasrları hep
Güya ki tüm şevk ü tarab zevk u safâdır

İstanbul’un evsafını mümkün mi beyân asla
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır

GAZEL

Hele îd oldu ol gül-gonce handân olduğun gördük
Demâg-ı telh-kâmın şekkeristan olduğun gördük

O sîm endâmı aldık halka-î ağûuşa bir kerre
O elmâsın hele zîb-i nigin-dân olduğun gördük

Meh ü mihrin senin olsun felek biz îd-gehlerde
Hilâl ebrûların hurşîd-i tâbân olduğun gördük

O kâfir-beççe bir peymâne sahbâ sundu kim alıp
Derûn-i lâleden âteş fürûzân olduğun gördük

Niyâz ü nâz ü nûş ü bahş ü ibrâm-ı kenâr ü bûs…
Bugün meclisde zevkin bu şekilde tûfân olduğun gördük

Yalan olmaz o şûhun görmedik mey içtiğin ammâ
Bir iki kerrecik hem-bezm-i mestân olduğun gördük

Gülistân görmedik gül kokmadık ammâ ruhün meyden
Gül-ender-gül gülistân-der-gülistân olduğun gördük

Bi-hamdillâh gene kilk-i Nedîmâ-yı sühân-sâzın
Gazel-perdâz-ı bezm-i sadr-ı zî-şân olduğun gördük

TAHAMMÜL MÜLKÜNÜ YIKTIN

Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kafir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kafir

Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın
Belasın ben de bilmiyorum kız mısın oğlan mısın kafir

Ne ma´na gösterir duşundaki ol ateşin atlas
Ki ya´ni şule-i cansuz-ı hüsn ü an mısın kafir

Nedir bu gizli saklı gizli saklı ahlar çak-i giribanlar
Aceb bir şuha sende aşık-ı nalan mısın kafir

Sana kimisi canım kimi cananım deyü söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kafir

Şarab-ı ateşinin tadı rüyun şul´elendirmiş
Bu haletle çerağ-ı meclis-i mestan mısın kafir

Niçin sık sık bakarsın öyleki mirat-ı mücellaya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne fanatik mısın kafir

Nedim-i zarı bir kafir tutsak etmiş işitmiştim
Sen ol cellad-ı din ol düşmeni inanç mısın kafir

HADDEDEN GEÇMİŞ NEZAKET

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsar-ı âl olmuş sana

Bûy-i gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana

Sihr ü efsûn ile dolmuşdur derûnun ey kalem
Zülfü Hârut’un demek mümkin ki nâl olmuş sana

Şöyleki gird olmuş Firengistân birikmiş bir yere
Sonrasında gelmiş gûşe-i ebrûda hâl olmuş sana

Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El-amân ey dil ne müşkil-ter suâl olmuş sana

Sen ne câmın mestisin âyâ kimin hayrânısın
Kendin aldırdın gönül n’oldun ne hal olmuş sana

Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden
Lâ’lin öptürmek bu hâletle muhâl olmuş sana

Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana

Örnek (Kaside)

Nedim, bu kasidesinde ilk olarak bahar mevsiminin kendi üstünde yarattığı tesiri an latır. Arkasından methiyeye geçer. Methiyede hem padişah III. Ahmet hem de İbrahim Paşa övülür. Ozan, memduhlarını direkt övmez. Bir sahne oluşturarak kahramanlarını birbirlerine övdürür. Ek olarak kavramları konuşturur; onlar padişahı ve vezirini överler. Yakarış bölümüyle kaside sonlanır.

TAZMÎN-İ KELÂMÜ’L-MÜLÛK MÜLÛKÜ’L-KELÂM
Mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün

1 Gel ey fasl-ı bahârân mâye-i ârâm u hâbımsın
Enîs-i hâtırım kâm-ı dil-i pür-ıztırâbımsın

kelâm: söz; cümle; söyleyiş; Kuran
mülûk: hükümdarlar
fasl: mevsim; ayrılma, kesme; bölüm
mâye: maya, aslolan; para, mal; iktidar; data
arâm: durma; yerleşme, karar kılma
hâb: uyku, rüya
enîs: dost, sevgili
kâm: meram, arzu, emel, talep

Ey bahar mevsimi, gel! Dinlenme ve uykumun esasısın. Zihnimin arkadaşı, ıstırap
dolu gönlümün arzususun.
Kaside bahar mevsimine seslenişle başlamaktadır. Sözlüklerde biri Farsça diğeri Arapça olmak suretiyle iki tane bahar kelimesi vardır. Mevsim anlamında kullanılanı Farsça, kokulu çiçekler anlamında kullanılanı ise Arapçadır. Dolayısıyla Nedim’in burada hitap etmiş olduğu, mevsim anlamında kullanılan ‘bahar’ kelimesinin çoğuludur. Kelimenin çoğulunu,
vezin gereği veya bahar mevsimine özlemini vurgulamak isteğinden dolayı tercih etmiş
olabilir. Bahar mevsimi tam manasıyla bir sevgili veya hasretle beklenen bir insan benzer biçimde
tasarım edilmiştir.

2 Dehân-ı gonceyi bâz et zebân-ı sûseni ter kıl
Şikest-i tevbeye dahl edene hâzır-cevâbımsın

dehân : ağız
bâz : açma, ayırma
sûsen : süsleme; susam
ter :yaş, ıslak; taze
şikest : kırık, kırma, kırılma; yenilme
dahl : girme, karışma; niyet, düşünce

Goncanın ağzını aç, susamın dilini ıslat; tövbesini bozanlara karışana hazır cevabımsın.
Goncanın ağzını açmak, susamın dilini ıslatmak görevlerini yüklenen ilkbaharın,
açıkça söylenmediği hâlde şarap içmeyi telkin etmiş olduğu sezdirilmektedir (teşhis). Goncanın
ağzı açılınca gül olur, susamın dili ıslatılınca yaprak açar. Susamın dili ifadesiyle anlatılmak istenen, susamın yaprağıdır. Beyitte sözü edilen tövbesini bozanlar; kış mevsiminde
şaraba tövbe edenlerdir. Kısaca âşıklar, şairler hülasa rintlerdir. Onlara sataşan sadece zahit
olabilir. Bu bakımdan zahide bahar mevsiminden daha iyi bir yanıt olması imkansız.

3 Gülistândan nümâyan ol çü ma’nâ-yı bülend ey serv
Bu mevzûn kadd ile hakkâ ki beyt-i intihâbımsın

nümâyan : görünen, meydanda
bülend : yüce, yüksek
mevzun : vezinli; biçimli, güzel, uygun
kadd : boy
intihab : seçme, seçim; en güzel
beyt : şiirde iki mısra; konut, ev

Ey servi! Yüce, yüksek anlam benzer biçimde gülistandan görün. Doğrusu bu muntazam boyunla en güzel beytimsin.
Bahçedeki selvi, muntazam boyundan dolayı yüce anlama (manâ-yı bülend) haiz güzel bir beyte benzetilmektedir (teşbih). Mana kelimesinin sıfatı olarak kullanılan bülend
(yüce, yüksek) selviyi; kaddin (boy) sıfatı olarak kullanılan mevzûn (vezinli, muntazam) ise
beyit kelimesini vasıflandırmak maksadıyla divan şairlerince kullanılır. Nedim, geleneğin sunmuş olduğu bu çağrışım imkânını, kelimeleri oldukca iyi seçmek suretiyle bu beyitte kullanmıştır (iham-ı tenasüp).

4 Açıl ey fasl-ı dey sen gülsitanlardan açılsın gül
Terennüm eyle bülbül mutrıbım çengim rebâbımsın

dey : kış; güneş yılının onuncu ayı
mutrıb : müzisyen, çalgıcı
çeng : kanuna benzeyen bir çalgı aleti
rebâb : Hindistan cevizinin kabuğundan yapılmış bir çeşit kemençe
Ey kış mevsimi! Gül bahçelerinden uzaklaş da gül açılsın. Bülbül, sen de terennüm
eyle. Sen benim çalgıcım, çengim, kemençemsin.

Beyitte ozan kış mevsimine seslenerek gül bahçelerinden uzaklaşmasını, doğrusu baharın gelmesi için zemin hazırlamasını istemektedir (teşhis). Açılmak kelimesi değişik anlamlarda kullanılarak cinas yapılmıştır. Kış açılır, uzaklaşırsa bahar gelecek ve gül açılacaktır.
Bülbül de bahçede dem çekecektir. Bülbüle, sen şakımaya başla; benim çalgıcım da çalgım
da sensin diyen ozan, musiki ile ilgili kavramları bülbülün şahsında bir araya getirmektedir
(tenasüp).

5 Salındın şu şekilde kim yıkdın beni ey ar’ar-ı âzâd
Seni gördükde sandım dil-ber-i âlî-cenâbımsın

ar’ar : dağ servisi; dikenli ardıç
âzâd : kurtulmuş, özgür
dilber : gönül alan güzel
âlî-cenâb : eli bol; şerefli, yüce
Ey uzun boylu ardıç! O şekilde salındın ki, yıktın beni. Seni görünce yüce sevgilimsin sandım.
Bahçede dağ servisi denilen dikenli ardıç vardır. Ardıç, organik olarak rüzgârın etkisiyle salınmakta ve bu salınışıyla şaire sevgilisini hatırlatmaktadır. Hatta hatırlamaktan da öte, ozan onu sevgilisi sanarak yıkılmıştır.

6 Gülüm şu şekilde gülüm bu şekilde demekdir yâra mu’tâdım
Seni ey gül sever cânım ki cânâna hitâbımsın

mu’tâd : âdet olunmuş, alışılmış

Sevgiliye gülüm şu şekilde gülüm bu şekilde demeye alışkınım. Ey gül, sevgiliye hitabım olduğun için seni canım sever.
Sevilen birisinin güle benzetilmesinden dolayı, samimiyeti ve sevgiyi ifade etmek için ‘gülüm’ hitabı bugün de günlük konuşma dilinde kullanılır. Ozan güle, seni severim demek yerine seni canım sever diyerek konuşma dilinin sıcaklığını hissettirir. Gülü sevmesinin sebebi ise sevgilisine gülüm diye hitap ediyor olmasıdır (hüsn-i talil).

7 Müdâm ey lâle-i hâtır-güşâ dûr olma gülşenden
Seninle neş’e tahsîl eylerim câm-ı şarâbımsın

müdâm : devamlı, devam eden; şarap
hâtır-güşâ : gönül açan, gönül fetheden
dûr : uzak

Ey gönül açıcı lale! Devamlı gülşenden uzak olma. Seninle neşelenirim; sen benim şarap kadehimsin.
Lale, rengi itbarıyla şaraba, şekil bakımdan kadehe benzetilir. Beyitte kastedilmeyen anlamından dolayı şarabı hatırlatan müdam kelimesi ile şekil benzerliği açısından ‘lale’ ve ‘cam’ kelimeleri birbirleriyle ilgilidir (müşevveş leff ü neşr). Şarap sevinç deposu olarak kabul edildiğinden bahçede şarap kadehine benzeyen laleyi gören ozan neşelenir, gönlü açılır. Şairin laleye “Gülşenden uzak olma!” diyerek tembihte bulunması onu kişileştirdiğini gösterir (teşhis).

8 Ne hâletdir sana bakdıkça ey cû ömrüm eksilmez
Meger zencîr-bend-i pây-i ömr-i pür-şitâbımsın

hâlet : hâl, suret, keyfiyet, kalite
cû : akarsu, ırmak
zencir-bend : zincire vurulmuş
pây : ayak; kök, dip
pür-şitâb : acil, sürat

Ey ırmak! Bu ne hâldir ki sana baktıkça ömrüm eksilmez. Herhâlde sen acele giden ömrümün ayağını bağlayan zincirsin.

Bahçedeki çiçekler ve ağaçlarla ilgili tasavvurlarından sonrasında sıra şairin bahçede akmakta olan suyla ilgili izlenimlerine gelir. Bir inanışa bakılırsa suya oldukca bakan insanoğlunun ömrü kısalır. Nedim, bu inanıştan hareketle bahçedeki akarsuyun (cû) akışını bir zincire benzetir (teşbih). Süratli giden yaşam bu zincirle bağlanmıştır. Pür-şitâb ve pây kelimelerinden hareketle ömrün süratli koşan bir at şeklinde tasarım edilmiş olduğu tahmin edilebilir.

9 Bu gün gülşende gördüm kim oturmuş pâdişâh-ı gül
Durup hidmetde bülbül der ki şâh-ı kâm-yâbımsın

kâm-yâb : isteğine erişen, mutlu

Bugün gül bahçesinde gül padişahını oturmuş, bülbülü de ayakta onun hizmetine hazır bir halde ‘sen benim muradına ermiş şahımsın’ derken gördüm.
Gül, çiçeklerin padişahıdır (teşbih-i beliğ). Gül bahçesi onun tahtıdır. Bülbül ona hizmet etmekle görevli bir kişidir (teşhis). Bu beyit, methiyeye geçişi sağlamak için hazırlanmış bir girizgâhtır. Gül bahçesi-gül-bülbül üçlüsü, Osmanlı sarayı-III. Ahmet-İbrahim Paşa üçlüsünü simgelemektedir. Bu temsilî istiareyle ozan, methiyeye geçiş için güzel bir zemin oluşturur. Bundan sonrasında gelen dört beyitte sadrazamın padişah hakkında söyledikleri yer alır. Ozan, egemen bakış açısıyla kurguladığı bu bölümde anlatıcı konumundadır.

10 Zemîn-bûs eyleyüp destûr-ı ekrem izz ü devletle
Der ol şâhenşeh-i zî-şâna kim mâlik-rikâbımsın

zemîn-bûs eyle- : saygı gösterisi için yeri öpmek
destûr : izin, müsaade; kanun
izz : kıymet; yücelik, ululuk, güçlülük
zî-şân : ün sahibi
mâlik : haiz
rikâb : esirler, köleler, cariyeler

Onur sahibi sadrazam şan ve şerefle yeri öpüp şanlı padişaha, şahların şahına “kudretli padişahımsın” der.
Osmanlı geleneğinde destûr-ı ekrem, sadrazamı; mâlik-rıkâb ise padişahı niteleyen kalıp ifadelerdir. Padişahın huzuruna giden sadrazam saygısını göstermek için yere eğilir, adeta zemîn-bûs eyler (kinâye). Rıkâb kelimesi, rakabenin çoğuludur ve mecazi olarak iyelik, maliklik ifade eder.

11 Senin lûtfun senin feyzinledir hep cümle ikbâlim
Ki ben bir zerreyim sen devlet ile âftâbımsın

feyz : bolluk, verimlilik, çoğalma
cümle : tüm, hep; sistem
ikbâl : birine doğru dönme; baht; mutlu olma
âftâb : güneş; güneş ışığı; güzel yüz; şarap

Benim tüm ikbalim senin feyzin, senin lütfunladır. Ben bir zerreyim, sen devlet ile güneşimsin.
Sadrazam, padişahı kendi konumuna uygun bir üslupla övmeye devam etmektedir. Ozan, gazellerde sevgili ile âşığın arasındaki konum belirleyici ilişkiyi anlatmak için kullanılan güneş-zerre metaforunu, padişah ile sadrazam ilişkisini anlatmak suretiyle kullanmıştır.

12 N’ola kişt-i ümîdim olsa reşk-i hırmen-i pervîn
Ki ihsânınla sîr-âb eyledin anı sehâbımsın

kişt : ekin, tarla
reşk : kıskanma, haset; kıskanılmış
hırmen : harman
pervîn : ülker yıldızı; süreyya
ihsân : iyilik etme, affetme
sîr-âb : suya konmuş, taze

sehâb : bulut; karanlık

Umut tarlamı ülker yıldızının harmanı kıskansa ne olur! Bu sebeple sen umut tarlamı iyilikleriyle suya kandıran bulutumsun.
Ülker yıldızı boğa ve koç burcunda kümelenen bir takımyıldızdır. Güzelin yüzü güneşe benzetildiği süre, benleri de pervine (ülker yıldızı) benzetilir. Güneş, yuvarlaklığı sebebiyle harmana benzetildiğinde ise taneler pervin olur. Ülker yıldızı, çokluğu ve bereketi simgeler. Padişah, sadrazamın umut tarlasını (teşbih) suya kandırdığı için organik olarak mahsul, ülker yıldızının harmanını (teşbih) kıskandıracak kadar oldukca olacaktır. Toplumsal pramidin zirvesinde bulunan padişahla, onun huzuruna yeri öperek giren sadrazam arasındaki ilişkiyi anlatmak için şairin gökle ilgili pervin, sehâb benzer biçimde unsurlarla kişt, hırmen benzer biçimde yerde bulunan unsurları kullandığı görülür.

13 Cenâb-ı Hân Ahmed kim anun tûğuna der nusret
Ki tûğ-ı şâhi-i bâğ-ı du’â-yı müstecâbımsın

tûğ : tuğ
nusret : yardım; Tanrı’ın yardımı; zafer
müstecâb : kabul olunmuş istek

Zafer, Han Ahmet hazretlerinin tuğuna “sen benim kabul olunmuş yakarış bahçemin şaha layık tuğusun” der.
Bundan önceki dört beyitte sadrazam vesilesiyle padişah III. Ahmet övülürken bu beyitte zafer kişileştirilerek padişahla konuşturulmaktadır. Zafer, padişahlığın simgesi olan tuğu, kabul edilmiş duaların bahçesini simgeleyen bir unsur olarak görmektedir. Bilinmiş olduğu benzer biçimde tuğ, Türklerde hanlık simgesidir. Tuğ, ucuna at kuyruğu bağlanmış, altın yaldızlı top ile süslü bir çeşit mızraktır. Otağın önüne dikilir ve seferlerde taşınırdı. Cenk esnasında ordunun içinde kalırdı.

14 Hitâb edüp anun eltâfına fasl-ı bahârân der
Veliyy-i ni’metim sermâye-bahş-ı reng ü tâbımsın

eltâf : iyilikler, okşamalar
veliyy-i ni’met : nimet sahibi, besleyen
sermâye : ana mal, para; data, ustalık
reng : renk; hîle; biçim, suret
tâb : güç, kuvvet, takat

Bahar mevsimi onun iyiliklerine hitap edip “sen velinimetimsin; rengimin ve parlaklığımın sermayesini bağışlayansın” der.
Bahar mevsimi direkt padişahın kendisine değil, dolaylı olarak onun iyiliklerine hitap etmek suretiyle güzelliğini bir bakıma ona borçlu bulunduğunu söyler (teşhis).

15 Gil-i râhın alup söyler arûs-ı devlet ü ikbâl
Benim gîsûlarım sen dil-keş eylersin hızâbımsın

gil : balçık, suyla ıslanmış toprak
râh : yol, meslek
ârûs : gelin
gîsû : omuza dökülen saç, örgü; kakül
dil-keş : gönül çekici
hızâb : boya, kına

İkbal ve mutluluk gelini onun yürümüş olduğu yolun balçığını eline alıp “sen benim kâküllerimi güzelleştirirsin, benim kınamsın” der.
İkbal ve devlet, bir geline benzetilmiştir. Saça, bilhassa de gelinlerin saçına kına yakma âdeti günümüzde de düzenlenen kına gecelerinden bilinmektedir. İkbal ve mutluluk gelini padişahın yürümüş olduğu yolun çamurunu kına diye saçlarına yakar (teşbih).

16 Gubâr-ı pâyini dahı sürüp ruhsârına der kim
Seni ben penbelerde saklarım kim müşk-i nâbımsın

gubâr : toz; bir yazı çeşidi
penbe : pamuk; pembe
nâb : halis, saf, katıksız
Ayağının tozunu da yüzüne sürüp “seni ben pamuklar içinde saklarım, sen benim güzel, saf kokumsun” der.
Padişahın yolunun çamuru kına olunca ayağının tozunun da saf misk kokusu (=müşk-i nâb) olması doğaldır. Beyitten güzel kokuların pamuk içinde saklanması şeklinde bir âdetin olduğu anlaşılmaktadır.

17 Tınâb-ı sâyebânına işâret eyleyüp der hem
Senin zîrinde pinhândır ruhum bend-i nikâbımsın

tınâb : kazığa bağlanan çadır ipi
sâyebân : gölgelik; büyük çadır
zîr : sazın ince teli
zîr : alt aşağı, tiz perde
pinhân : gizli saklı
bend : bağ, birini emrine alma; boğum
nikâb : peçe, yüz örtüsü

Çadırının ipini gösterip hem de der ki; “yanaklarım senin altında saklanır, yüzümdeki örtünün bağısın.”
İkbal ve devlet gelini konuşmaya devam etmektedir. Gelin, padişahın çadırını kazığa bağlayan ipler ile yüzünü örten peçenin bağlarını özdeşleştirir. Bu kadar zarif çadır ipi asla görülmemiştir (mübalağa).

18 Görüp eyyâm-ı izz ü câhını der rûh-ı Sikender
Ki ben pîr olmuşumdur sen benim ahd-i şebâbımsın

eyyâm : günler; süre
câh : saygınlık, makam, onur
Sikender : İskender
pîr : yaşlanmış; bir tarikatın yada meslek ve sanatın kurucusu
ahd : yemin; süre, gün
şebâb : gençlik, tazelik, civanlık

İskenderin ruhu senin yüce ve itibarlı günlerini görüp “ben ihtiyarladım, sen benim gençlik çağımsın” der.
Bu beyitte İskender’in ruhu devreye girer. III. Ahmet’i kendi gençlik çağındaki hâline benzetir. Ozan ‘pîr’ kelimesini hem şebâb (=gençlik) kelimesiyle karşıtlık oluşturacak şekilde yaşlanmış anlamında hem de padişahların yetiştiricisi, ustası anlamında kullanır (tevriye).

Kasidelerde bilhassa övülen kişinin büyüklüğünü, hâkimiyet alanının genişliğini belirtmek için dünyanın pek oldukca yerini fethettiği var sayılan İskender’in adı sık sık geçer.

19 O sultân-ı keremver kim der İbrahîm Pâşâya
Ki dâmâdım vezîr-i a’zamım vâlâ-cenâbımsın

vâlâ: yüce, yüksek

O eli bol sultan da İbrahim Paşa’ya der ki; “damadım, yüce mevkili sadrazamımsın.” Nedim, bu beyte kadar temsilî kişileri padişah hakkında konuşturup dolaylı olarak III. Ahmet’i överken bu beyitten itibaren yirmi üçüncü beyte kadar padişahın rehberliğinde sadrazamı över. İbrahim Paşa, padişahın hem veziri hem damadıdır. İbrahim Paşa’yla ilgili övgü kalıpları, padişahı da aynı dizgede konumlandıracak şekilde seçilir.

20 Nizâm-ı tâze buldu memleket sa’y-i belîğinle
Tırâz-ı haşmetim zîb-i der-i devlet-me’âbımsın

sa’y : çalışmak; idame için iş işleme
belîğ : muntazam söz söyleyen
tırâz : ipek ve sırma işleme; süs; üslup
haşmet : büyüklük, öfke; nezaket
zîb : süs
der : -de, içinde; kapı
me’âb : geri dönülecek, sığınılacak yer

Güzel gayretinle memleket yeni bir seviye buldu; sen haşmetimin süsü, devletli kapımın ziynetisin.
İbrahim Paşa, sadaret makamına erişince ülkede göreceli bir refah ve sükûn ortamı sağlanmıştır. Devlet işlerini yoluna koymuş, hızla bayındır ve inşa faaliyetlerine girişmiştir. Böylece padişahın siyasal iktidarı toplumsal ve kültürel etkinliklerle daha belirgin hâle gelmiştir. Sadece bu görkemli yaşam devamlı olmamıştır.

21 Cihân içre Melikşâhın Nizâmü’l-mülki var ise
Benim de sen nizâm-ı devlet-i nusret-me’âbımsın

Dünyada Melikşah’ın Nizamülmülk’ü var ise sen de zaferlerin sığınağı olan devletimin nizamısın.
Divan edebiyatında vezirler, çoğu zaman tarihî öncülleri içinde yer edinen Süleyman peygamberin veziri Âsaf’a yada Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın veziri Nizamülmülk’e benzetilerek övülür. Bu beyitte de III. Ahmet’in Melikşah’la, İbrahim Paşa’nın ise Nizamülmülk’le kıyaslandığı görülmektedir (telmih). Bu karşılaştırma yapılırken İbrahim Paşa’nın da devletin düzenini elde eden (=nizâm-ı devlet) şahıs olduğu vurgulanmıştır.

22 Cilâ vermiş ise âyîne-i İskendere Risto
Benim sen saykal-ı âyîne-i re’y-i savâbımsın

cilâ : parlaklık
Risto : Aristo
saykal : cilacı; cila aleti; cilalı
re’y : görüş, düşünce

Aristo İskender’in aynasını iyi mi parlatmışsa, sen de benim doğru fikirlerimin aynasını cilalayansın.
Aristo, fikirleriyle İskender’in siyasal iktidarını pekiştirmiştir. III. Ahmet’e söyletilen bu beyitte; padişah İskender’e, İbrahim Paşa ise Aristo’ya yönetim çarkındaki işlevleri bakımından benzetilmiştir.

23 O sadr-ı muhterem kim izz ü şânı âftâba der
N’ola rif’atda olsan hayme-i zerrin-tınâbımsın

sadr : göğüs; yürek; ön, baş, ileri
rif’at : yücelik, yükseklik
hayme : çadır
zerrin : altından yapılmış; parlak
tınâb : kazığa bağlanan çadır

O muhterem sadrazamın ululuğu ve şanı güneşe der ki; “O denli yüksekte olsan ne olur! Sonuçta ipleri altından yapılmış çadırımsın.”
Sadrazam İbrahim Paşa’nın ululuğu ve şanı öylesine yüksektir ki güneşin bulunmuş olduğu nokta bile onu şaşırtmaz (teşhis). Bu sebeple güneş denilen varlık neticede ipleri altından yapılmış bir çadırdır. Güneş çadır, ışınları da ipleri olmaktadır (teşbih).

24 Kef-i zer-pâşı dest-i Ca’fere söyler ve hak söyler
Ki ben sahrâ-yı bî-pâyân-ı cûdum sen serâbımsın

kef : köpük
kef : el ayası
zer-pâş : altın saçan
dest : el, yarar, zafer, mevkî; kuvvet; biçim
bî-payân : sonsuz
cûd : cömertlik

İbrahim Paşa’nın altın saçan avucu, Cafer’in eline; “ben cömertliğin uçsuz bucaksız çölüyüm, sen serabımsın”, der ve doğru söyler.
Cafer-i Bermekî genç yaşta yaşama veda etmesine karşın cömertliği ile tanınmıştır. İbrahim Paşa’nın avucu bir çöle, Cafer’in eli (mecaz) ise seraba benzetilmiştir. Çöl ne kadar gerçekse serap o denli yanılsamadır. Bu da Nedim’in, geleneğin önemsediği tarihî ve mitolojik kahramanları ne denli sıradanlaştırdığını gösterir.

25 Edüp her bendesin memnûn el-hak zerreye der kim
Seni yanımda tutmam mazhar-ı tard u itâbımsın

el-hak : hakikaten
mazhâr : nail olma; bir şeyin görünmüş olduğu yer
tard : kovma, sürme, uzaklaştırma
itâb : azarlama, tersleme

Her kölesini hakkıyla memnun edip zerreye der ki; “seni yanımda tutmamın sebebi kovmama ve azarlamama mazhar olmandır.”
Sadrazam tüm kölelerini hakkıyla memnun eder. Fakat zerreyi devamlı yanında meblağ. Bu zerre, kölelerden biri, doğrusu Nedim’dir (istiare). İbrahim Paşa Nedim’i devamlı yanında tutmaktadır. Bu sebeple o, İbrahim Paşa’nın öfkesini ve azarını onur kabul etmektedir.

26 Der anun âb-ı şâdırvân-ı kasrına gül-i hurşîd
Seni ben sînem içre perveriş kıldım gül-âbımsın

kasr : köşk, saray
hurşîd : güneş
perveriş : besleme; terbiye etme, yetiştirme
gül-âb : gül suyu

Güneşin gülü, onun köşkünün şadırvanındaki suya “seni ben koynumda besledim, sen benim gül suyumsun” der.
Kasr-ı şadırvan tamlamasıyla kastedilen, şadırvandan akan su olmalıdır (mecaz-ı mürsel). Güle benzetilen güneş, şadırvandaki suya seni ben koynumda büyüttüm, demektedir. İkinci dizedeki ‘sînem içre perveriş kıldım’ cümlesinden hareketle söylersek gül-i hurşîd, anneyi; gül-âb ise evladı simgeler (kapalı istiare).

27 Hidîv-i Baykara-meclis ki târ-ı zülf-i nâhîde
Kemîne mutrıbı der sen benim târ-ı rebâbımsın

hidîv : vezir; imtiyazlı Mısır valisi
târ : saç teli
nâhîd : zühre, çoban yıldızı, venüs
kemîne : noksan; zavallı
mutrıb : çalgıcı, müzisyen

Baykara meclisli vezirin en değersiz çalgıcısı bile zühre yıldızının saçının teline “sen benim rebabımdaki telsin” der.
Timurlulardan Hüseyin Baykara, başta Abdurrahman Camî ve Ali Şir Nevayî olmak suretiyle periyodunun en meşhur ozan, nakkaş, hattat, musikişinas ve bilginlerini sarayında bir araya getirerek görkemli bir kültür ve sanat muhiti oluşturmuş ve bu meclis, ‘Baykara faslı’, ‘Baykara meclisi’ benzer biçimde nitelemelerle edebî eserlere mevzu olmuştur. Bu deneyim, Lale Devrinde İbrahim Paşa’nın gayretleriyle nispeten yine edilmiştir. Onun için Nedim’in İbrahim Paşa’nın meclisini Baykara meclisine benzetmesi gerçekçi görünmektedir. Bilinmiş olduğu benzer biçimde zühre yıldızı da feleğin sazendesidir. Bu yüzden musikiden bahsedildiğinde zühre yıldızı hatırlanır (telmih). Ek olarak kişileştirilerek karşılaştırmalara vesile olur. İbrahim Paşa’nın meclisinin en değersiz çalgıcısı bile onun saçının teline (mecaz) sen, sadece benim sazımın teli olabilirsin, diyerek meydan okur (mübalağa).

28 O destûr-ı cihan dedikçe ol hâkân-ı devrâna
Bu izz ü câh u ikbâle medâr-ı iktisâbımsın

devrân : dünya; felek, süre, şans
câh : saygınlık, makam
medâr : bir şeyin üstünde döneceği yer
iktisâb : kazanç

O cihana seviye veren sadrazam, dönemin sultanına “bu yüceliği, makamı ve şerefi kazanmamın sebebi sensin” dedikçe;
Sadrazam, destûr-ı cihân; padişah ise sultân-ı devrân’dır. Sadrazam ulaşmış olduğu tüm imkânları padişahın yardımıyla elde ettiğini söylemekte, fakat cümle burada bitmemektedir. Karşılıklı konuşma devam etmektedir:

29 O şâhenşeh-i âlî-şân dahı der kim benim de sen
Tırâz-ı râ’yet-i zer-peyker-i hurşîd-tâbımsın

tırâz : ipek ve sırma işli süs
ra’yet : sancak, bayrak
zer-peyker : altın yüzlü, altın çehreli

O şanlı şahlar şahı da “sen de benim güneş benzer biçimde parlak altın işlemeli sancağımın süsüsün” der.
Râyet (=sancak, bayrak), hâkimiyeti simgeler. Sancak güneş benzer biçimde altın işlemelidir (teşbih). Bu kadar güzel bir sancağın, egemenlik sembolünün süsü ise İbrahim Paşa’dır.

30 Gene sadr-ı mükerrem pây-ı tahtın bûs edüp söyler
Efendimsin veliyy-i ni’metim gerdûn-cenâbımsın

mükerrem : muhterem, saygıdeğer
gerdûn : dönücü, dönen; felek, dünya

Gene eli bol sadrazam, padişahın tahtını öpüp der ki; “efendimsin, velinimetim, felek benzer biçimde yüce sultanımsın.”
Sadrazamla padişah içinde kurgulanan konuşma, bu beyitte de devam eder. Sadrazam, padişahın övgülerinden duyduğu memnuniyeti, onun tahtının ayağını öpmek suretiyle ifade eder ve padişahla ilgili düşüncelerini açıklamayı sürdürür.

31 Cihan durdukça dur ikbâl ile taht-ı sa’âdetde
Senin lûtfunla dil-şâdım her işte feth-i bâbımsın

dil-şâd : sevinmiş
feth : açma, açılma; başlama; kuşatma
feth-i bâb : kapının açılması
Cihan durdukça mutluluk tahtında ikbal ile dur. Senin lütfunla gönlüm sevinç bulur, her işte bana kapı açansın.
İbrahim Paşa, padişahın dünya durdukça yaşaması için yakarış eder. Bu sebeple onun yardımıyla neşelenir. Padişah tüm kapıları onun önüne açar. Padişahın kapı açması, mecazi olarak imkân sunması anlamına gelir. İbrahim Paşa’ya söyletilen bu beyitteki yakarış cümlesi şairin duaya başlaması için bir zemin oluşturur.

32 Hudâ ayırmasın biri birinden izz ile dâ’im
Du’âma sûz-bahş ol ey kalem çeşm-i pür-âbımsın

sûz-bahş : yanma, ateş; dert, acı; bağışlayan
pür-âb : su dolu; ıslak

Tanrı onları birbirinden ayırmasın, ululukla daim olsunlar. Ey kalem! Sen benim yaş dolu gözümsün, duama yakıcılık bağışla.
Kasidenin yakarış kısmı bu beyitle adım atar. Birbirine uyumlu padişah ve vezir için meydana getirilen duanın etkili olabilmesi için ozan, kaleminden yardım istemektedir. Kalemin yaş dolu göze benzetilmesinin sebebi, kalemin ucundaki mürekkeple kirpiklerin ucundan dökülen gözyaşı arasındaki şekil benzerliğinin yanı sıra gözyaşı dökerek meydana getirilen duanın kabul edileceğine dair inanıştır.

33 Gelüp ikbâl ile devlet desin dergâhına her gâh
Penâhım melce’im ümmîdgâhımsın me’âbımsın

penâh : sığınılacak yer
melce : sığınılacak yer
me’âb : sığınılacak, geri dönülecek yer

İkbal ile devlet daima senin huzuruna gelip “dayanağım, sığınağım, ümit kaynağım, barınağımsın” desin.
İkbal ile devlete ulaşmayı hepimiz arzu etmiş olduğu hâlde onların gelip padişahın veya sadrazamın huzuruna sığınmak istemeleri, övülen kişilerin ne kadar yüce makamlarda olduklarını gösterir. Bu beyitte ikbal ile devlet; yakarış eden, yakaran insan benzer biçimde hayal edilmiştir (teşhis). İkinci mısrada anlam bakımından yakın olan ifade kalıplarının art arda sıralanması, yakarış atmosferinin oluşmasına katkı sağlamak için şairin gerçekleştirdiği sözel bir düzenlemedir.

34 Zihî devlet o sadr-ı muhterem derse eğer bir kez
Mu’ammer ol Nedîmâ şâ’ir-i mu’ciz-hitâbımsın

zihî : ne güzel, ne hoş
mu’ammer : yaşam devam eden, yaşayan

O saygıdeğer sadrazam eğer bir kez “ey Nedim oldukca yaşa, sen benim mucize söyleyen şairimsin” derse ne mutlu bana!
Ozan, kendisini sadrazama yakın görmektedir. O sadrazam bigün Nedim’in şairlik kudretini takdir eden ifadeler kullanırsa bu onun için erişilmez bir mutluluk olacaktır. Dolaylı da olsa ozan, kendisinin mucize benzer biçimde sözler söylediğini ima ederek kabiliyetinin bilincinde bulunduğunu göstermektedir.

Ek olarak bakınız ⇒

Divan Edebiyatı

(Toplam: 46, Bugün: 1 )

Leave a reply:

Site Footer