Günümüz insanının en büyük problemlerinden biri şüphesiz ki herhangileşmek, farklılıklarını yitirmiş olmak ve alışmak daha da ötesi duyarsızlaşmaktır. Birbirine benzer, ayrımsız, ayrışmayan hayatlar yaşıyor, bizim şeklinde olmayanları toplumumuzda kendi koyduğumuz kurallar çerçevesinde yargılıyor ve derhal cezasını kesip cemiyet dışına itiyoruz. Dilleri, dinleri, inanışları aynı olan insanları bizlerden kabul ediyoruz da bu ortaklıkları taşımayanları derhal ötekileştiriyoruz. Buradaki temel problem ise bir toplumu bir arada tutan iki temel olgunun şu demek oluyor ki terbiye ve hukuk kavramlarının birbirlerinden ayrı tutulmasıdır.
Terbiye terimi insana yalansız yaşamayı öğretirken hukukî yaptırımlar insanı yalan anlatmaya mi teşvik etmektedir? Terbiye, bireysel değerlendirilirken hukuk toplumsal bir ölçü mudur? Terbiye her insan için lüzumlu iken hukuk bazı toplumlarda mühim bazı toplumlarda daha mı önemsizdir? Terbiye bireyi vicdanî bir sorgulamaya iterken hukuk toplumsal bir sorgulamaya mı itmektedir? Tüm bu ayrıştırmaların bireyler arası farklılıklardan dolayı insanı ayrıştırmadan bir farkı yoktur.
Hak, hukukî bir kavram ve hem de sorumluluktur. Doğuştan getirdiğimiz bazı hakların yanında, bazı yükümlülükler karşılığında kazanılan haklar vardır. Bu sebeple insanların haklara haiz olması onları mutlak yetkiye kavuşturmamaktadır. Hak tanımı üstüne ortak bir tarif yapılamamakla beraber Türk Dil Kurumu Sözlüğünün hak, “hakkaniyet” ya da “hukukun gerektirdiği yada birine ayırdığı şey kazanç”, ya da “dava yada iddiada gerçeğe uygunluk, doğruluk” yada “verilmiş emekten doğan içsel yetki” olarak tanımlanmaktadır.
Toplumsal hakkaniyet terimi; baskın otorite, güç, akran zorbalığı şeklinde ferdin fizyolojik bilhassa de ruhsal gelişiminde derin hasarlara yol açacak durumların önüne geçmektedir. Sosyoloji de olduğu şeklinde psikolojide de devlet, hakkaniyet ve fert sistemindeki eşitlik esastır. Kişilerin yaşam koşulları arasındaki farklar, hakkaniyet sistemi önündeki ayrıcalıkları durumları bir eşit olmama durumunu yaratmaktadır ve bu durum eşitsizliğin de ötesinde bir insan hakları ihlâli yaratmaktadır. Haklarının ihlal edildiğini düşünen, eşitsizlik olgusunun egemen olduğu bir toplumda kırmızı çizgilerinin geçildiğine ve bu şekilde yaşamak zorunda olduğuna inanan bir ferdin ruhsal açısından sağlam bir yapıya haiz olması beklenemez.
Kültürel hakkaniyet terimi bununla beraber yabancı bir kültürün hakkaniyet sisteminin değişik bir topluma uygulanamayacağını bu sebeple her toplumun kendisine ilişik bir hakkaniyet anlayışı yarattığını da göstermektedir.
Hukuk netice olarak toplumsal, hatta dilsel gücün üzerine, dışına çıkar. Bu durumda tüm hukuk düzenlerinin bir mit olarak deposudur. Derrida’ya nazaran hukuku meşru kılma, temellendirme ve hukukun yapılışını oluşturan müessese anında yada uygulanışındaki işlem (operasyon) gücün var olmasına bağlıdır, bu işlem performatifdir[1] ve bu yüzden yorumlayıcı güç aslına bakarsak ne adildir ne de adaletsizdir. Bu gücü herhangi bir hakkaniyet anlayışı ve daha ilkin konulmuş bir yasa güvence altına alamaz yada geçersiz addedemez.
Netice olarak ‘’bireyi’’ merkeze alan modernizm ve postmodernizm hukuk ve hukukî sistem içindeki hakkaniyet duygusunun da insanoğlunun özgürlüğünü, özgünlüğünü ve biricikliğini kısıtladığını düşünerek cemiyet için ortak olan bir hakkaniyet kavramından söz edemez.
Televizyonu açtığımızda, radyoya kulak verdiğimizde, gazeteyi bir pazar günü elimize alıp ilk sayfaya şu şekilde bir baktığımızda dikkatimizi çeken ilk şey; ‘’sertlik, hanıma sertlik, çocuğa sertlik, insana sertlik hayvana sertlik, … her gün artan sertlik haberleridir.’’ Şiddetin gündelik yaşamın bir parçası hâline dönüştürülmesi ve bu mevzuda caydırıcı önlemlerin alınmaması toplumun hukukun üstünlüğüne olan itimatını sarsmış ve bu durum bireyi farklılıkları kabul etmeyen, farklılıklara saygısı kalmayan bir tek ben, ben olgusu ile hareket eden kendi haklarının ihlal edildiğini düşündüğü anda hakkını aramak için her yolun mubah kabul edilmiş olduğu bir zihniyete haiz kişiliğe dönüştürmüştür. Bu durum hem sosyolojik hem de ruhsal anlamda incelenmesi ihtiyaç duyulan bir vakadır.
Son dönemlerde adından sıkça söz ettiren La Casa De Papel, Şahsiyet ve Yargı dizilerinde “hakkaniyet” terimi hangi boyutlarda ele alınmaktadır? Üç dizide de hakkaniyet teriminin birleşenlerini haksız düzene isyan, isyan, varlıklı olanın gücü elinde bulundurması oluşturmaktadır. Üç sürem devam eden La Casa De Papel, bir sürem devam eden Şahsiyet ve Yargı dizilerinde konuların geçmiş olduğu şehirde hakkaniyet terimi devlet tarafınca korunamayan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Toplumun bozulan güç dengesi beyin ya da kas gücü ile ön plana çıkan bir adam figürü tarafınca tekrardan sağlanmaktadır. La Casa De Papel dizisinde Ursula ve Nabro, Şahsiyet dizisinde Nevra ve Zuhal, Yargı dizisinde ise Ceylin, hanım karakterler olarak ön plana çıkmaktadır. Bu beş ana hanım karakter dizilere egemen birer tema olan dişilik, güç, vicdan ve intikam duygusu ile karşımıza çıkmaktadır. La Casa De Papel dizisinde Pedro ve Navaro, Şahsiyet dizisinde Agâh, Ateş ve Cemil, Yargı dizisinde Savcı Ilgaz adam karakterler olarak ön plana çıkmaktadır. Bu beş ana adam karakter dizilere egemen birer tema olan ’güç, zekilik, erkeksilik, koruma içgüdüsü, sertlik eğilimi’’ üstünden karşımıza çıkmaktadır. Şahsiyet dizisinin arka boyutunda ele alınan namus terimi da bir nevi toplumun hakkaniyet anlayışının tamamlayıcısı konumundadır. Geçmişin izlerini bugüne aktaran ilkel diye tabir edilen pek fazlaca toplumda kabahat ve günah aynı şeydir. Kabahat ve günahın tanımı da bazı dinî ve atalardan gelen öğretiler çerçevesinde yapılmaktadır. Namus, bu öğretilerin temelini oluşturan kavramdır. Prestij ve saygınlık göstergesi, kaybedilmesi ise saygısızlık ve ahlaksızlık göstergesidir. Namus kültürlerinde adamın baskın ve kuvvetli olması; bayanların ise itaatkâr olması, toplumsal cinsiyet kurallarına harfiyen uyması ve davranışlarında dikkatli olması gereklidir. Kadının cinsel hareketleri (bakirelik, evlilik dışı ilişki, aile dışı erkeklerle samimiyeti, cinsellikte utangaçlık vb.) namusu tanımlamada en mühim durumlardır.
Yargı, Avukat Ceylin adlı kuvvetli hanım kahramanıyla dikkat çekmektedir. Ceylin hem güzel hem akıllıdır, tuttuğunu koparan bir avukattır. Bu da hanım güzelse geri zekalıdır, akıllı hanım çirkindir, bakımsızdır. Başarı göstermiş savcı, avukatlar çoğu zaman adamdır. Hanım bu biçim sıkıntılı mesleklerde başarı göstermiş olması imkansız bu sebeple duygularıyla hareket eden bir varlıktır algısını ters düz etmektedir. Kurallara sonuna kadar bağlı olan dizinin adam kahramanı Savcı Ilgaz’ın da bu kuralları asla kimse için (kardeşi bile olsa) esnetmemesi dikkat çekicidir. Üç dizisinin bir öteki ortak noktası da “adaletin” sosyolojik boyuttaki sorgulamasıdır. Sosyolojik olarak kentleştikçe, eğitim ve gelir seviyesi yükseldikçe, özetlemek gerekirse modernleştikçe bu kesimlerin geleneksel referanslar yerine çağıl, modern değerlere olan bağlılıklarının artacağı, naturel olarak da bu sürecin sonucunda hukuk devletine olan inancın da yükselmesi beklenir. Fakat gözlenen durum, aksini göstermektedir. Dindarlık seviyesi yükseldikçe hukuka olan güvenin artması, toplumun hakkaniyet ve hukuk kavramlarına, pozitif kurallar kadar manevî dünyanın anlamlarından da yükleme yaptığını göstermektedir. Doğrusu hakkaniyet ve hukuk kavramları yalnızca kanun maddesinden öte bir şey olarak algılanmaktadır.
Kitap okuma oranının giderek azaldığı bu dijital dünyada genç kuşağa ulaşmanın en kestirme yolu “kullan at” mantığıyla hazırlanan dizi ve filmlerdir. Kişinin aileden ve eski kültürden gelen anlayıştaki en büyük öğretisi yanlış gördüğün bir şeyler var ise bu tarz şeyleri değiştirebilmek için “oku, çalış, meslek sahibi ol ve hakkını saygı çerçevesinde ara!” iken çağıl dünyanın çağıl dizileri “bekleme, başkaldır, haiz ol!” dürtüsünü empoze etmektedir.[2]
“Biri seni rahatsız ediyorsa icabına bak!” her seferinde bu çarpıcı söz ile karşı karşıya kalan genç bir beyin nereye kadar kendini koruyabilir? Üstelik susan, hakkını hakkaniyet çerçevesinde arayanlar ezilen, hor görülen olarak anlatılıp adaleti parası ile silahı ile çevresindeki nüfuzunu kullanarak sağlamaya çalışanlar kuvvetli dikkat çekici anlatılırken “fert” hangisi olmayı, hangileri şeklinde görünmeyi tercih edecektir?
Sakal bırakmayan biri sözü geçen, bilgili bir adam olması imkansız mı; eli tabanca tutmayanı adamdan mı saymayacağız, bir kadının, bir çocuğun insanların daha adil bir dünyada yaşaması bir tek bir adamın kuvvetli kollarıyla devreye girmesiyle mi mümkündür? Her birine verdiğimiz yanıt: Hayır. Tüm bu olguların bireyi ötekileştirmekten, yalnızlaştırmaktan, itimat duygusunu sarsarak yaşamış olduğu topluma yabancılaştırmaktan başka işlevi yoktur. İnsanları gerici, muhafazakâr, devrimci, aykırı, anormal olarak birbirinden ayırmak ne kadar yanlışsa “kendi adaletini sağlamak” terimi da işin karşı kıyısında meydana getirilen bir gericiliktir.
“Hakkaniyet” teriminin toplumu bir arada tutmada ne denli ehemmiyet teşkil ettiğini vurgulamak için Türk edebiyatı ve Türk zamanı adına bir kilometre taşı kabul edilen Yusuf Özgü Hacip’in Kutadgu Bilig (Mutluluk Veren Informasyon) ve Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l – Hakayık (Hakikâtlerin Eşiği) adlı eserlerinde mevcud simgesel anlatımdan yola çıkmakta yarar olacaktır. Kutadgu Bilig’de hakkaniyet olgusu o denli mukaddes anlatılır ki, bu yetki Tanrı tarafınca hükümdara bahşedilmekte ve Kün Togdı( Güneş Hayata merhaba dedi) diye tasvir edilen hükümdar adaletin sembolü olarak kabul edilmektedir. Hakkaniyet dünyayı sarıp sarmalayan bir güneş şeklinde mukaddes, adil ve korumacıdır. Devletin en mühim sacayağıdır ve bu ayak yok olduğunda ister istemez öteki kurumlar da sarsılacak hatta çökecektir. Hakikâtlerin Eşiği adlı eserde insan için en tehlikeli olan durumun bilgiden ve adaletten yoksun bir dünyada yaşamaya mahkûm edilmek olduğu birkaç kez çizilmektedir.
Orta Asya’da “hakan”ın adaletli olma yetisiyle dünyaya gelişi, Osmanlı İmparatorluğu’nda sistemin temelini adaletin oluşturması bu sebeple de kadıların bağımsız vazife yapması, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Adalet sarayı Teşkilâtı” kuruluşu ile beraber Hakkaniyet Bakanlığı’nın ilk temellerinin atılışı ve sonraki süreçlerde “Hakkaniyet Bakanlığı Teşkilatı”nın yapılandırılarak görevlerinin belirlenmesi; Türk toplumu ve devletin devamlılığı için adaletin eğer olmazsa olmazlığının somut birer göstergesidir. Hukukun üstünlüğünün sarsıldığı, ahlakın temel dayanaklarını yitirdiği ve halkın mevcut haklarının korunması noktasında devletin kurumlarına olan güveninin sarsıldığı bir noktada hakkaniyet anlayışından söz etmek zor olsa gerek. Bu aşamada devlet ve onun korumakla yükümlü olduğu cemiyet, o toplumu var eden fert için en büyük çekince adaletin olmadığı, kurumların görevini yerine getirmediği bu yüzden de ferdin kendi adaletini kendi çabalarıyla sağlamasının en naturel hakkı olduğuna inandırılması ve bu ütopik dünyada yaşamaya zorunlu kılınmasıdır. Bu idrak günümüzdeki dizi sektöründe belli başlı bir leitmotiv [3]olarak karşımıza çıkmaktadır. Nedir bu sıkça tekrarlanan olgu; “Hukukun ahlakın başı üstünde yeri olmadığı bir dünyada kendi adaletini kendin sağla.”
Mafyanın iyi kalplisi, zenginden alıp fakire vereni olur mu? Dijital data hırsızlığı olan hackerlık fakiri varlıklı etme üstüne kurulu ise bu durum suçun büyüklüğünü bağışlatır mı? Geçmişte hatalar yapmış olup yanlışlara sustunuz sadece artık kaybedeceğiniz bir şey yok. Fena insanların cezasını kesmek sizi bir süper kahraman yapar mı ya da vicdanınızı rahatlatır mı? Bu soruları kendi kendinize sorup cevapladığınızda “hayır” yanıtını alıyor olsanız da olayların bir sonraki bölümde iç içe geçmiş olduğu dizilerde hepsi öyleki kahramanlar üstünden bizlere sunulmaktadır ki, onlar bilhassa genç nesil tarafınca hayranlıkla izlenmekte ve örnek alınmaktadır. Bu kahramanlara duyulan sempati büyük noktalara ulaşmıştır. “Sistem kendini devam ettiremiyorsa o sisteme başkaldırmak haktır.” yaklaşımı da genç beyinlere her alt metinde sezdirilmekte ve empoze edilmektedir. Tam bu aşamada aile ise medya ve cemiyet iş birliği ile hareket etmelidir. Toplumda yanlış giden bir şeyler var ise bunlar elbet ki anlatılmalıdır sadece ifade edilmiş olduğu suretiyle Türk zamanı ve toplumunda fazlaca mühim bir yere haiz olan hakkaniyet olgusunun içi bu denli boşaltılmamalıdır.
Toplumun büyük bir kesiminin hakkaniyet duygusuna olan inancının sarsıldığı ve “kendi adaletini sağlama” dürtüsünden hareketle şiddete olan eğiliminin arttığı bir dünya düzeninde devletin görevlerini yerine getiremediğini duyurmak, kaybolan hakkaniyet duygusunu topluma getirmek için kendi kurallarını koyup tatbik eden kahraman adam figürleri yaratmak ne aşama doğrudur. Bu figürler, dijital dünyanın egemenliği altında yaşayan gençleri yaşanılan toplumdan koparmakta, itimat duygularını zedeleyerek kendi kültürlerine sahiplenmek, kendi cemiyet düzenlerinin iyileşmesi için çaba göstermek algısından uzaklaştırarak başka ülkelere olan beyin göçünün de zeminini sağlamlaştırmaktadır. Öte taraftan dizilerin sunmuş olduğu hanım figürler (Avukat Ceylin, Başkomiser Nevra şeklinde) kuvvetli, başları dik olmaları açısından toplumun genç hanımlarına iyi örnek teşkil etmekle beraber tacize, tecavüze uğrama, sertlik görme nerede ise tüm bu bayanların ortak kaderi hâline dönüşmüştür. Her gün tv karşısında bu haberlere maruz kalan bayanların dizilerde de aynı mağduriyeti yaşamış hanım kahramanlar ile karşılaşmaları kaybettikleri itimat duygusunun bigün geleceğine dair inançlarını tümüyle yok etmekte, bir şeyleri değiştirebilmek için çabalamaktan onları uzaklaştırmaktadır. Şu sebeple alt metinlerde verilen bildiri hep aynıdır: “Ne yapmış olursanız yapın bu bozuk seviye değişmeyecek, sen kimsin de tek başına adaleti sağlayacaksın, bir bayan olarak bundan fazlasını yapamazsın. Adaleti kanun dışı yöntemlerle sağlamaya çalışan figürlerin kuvvetli, yakışıklı, sempatik, hitap kabiliyeti yüksek, akıllı bulunduğunu göstermektedir. Böylece günümüz insanı için yeni bir alp tipi yaratılmıştır. Gençlerin birçoğu bu alp tipine benzemek için kendi aralarında amansız bir yarış vermektedir. Günümüz kimi dizi ve filmlerindeki hanım figürlerinin cinsellik ve güzellik algıları ile ön plana çıkmış olduğu görülmektedir. Baba sevgisinden ve güveninden yoksun büyüyen bayanları, cemiyet gençliklerinde ve çocuklarında rahatsız etme, saldırı ve sertlik karşısında koruyamamıştır. Hepsi bayanların dünyasında derin yaralar açmıştır. İntikam ateşi ile büyümüşlerdir ve uğradıkları haksızlıklar karşısında “hakkaniyet dışı” yöntemlerle hesap sormaktadırlar. Güç-adalet ve cinsellik kavramlarının güzel hanımefendiler ve yakışıklı adamlar üstünden sunulduğunda ilgi çekici hâle geldiği bir gerçektir. Adaletsizlikleri kendi adaletleriyle çözmeye çalışan bu karakterler seyirci için birer kahramana daha da ötesi fenomene dönüşmüştür.
Bir öteki mevzu hakkaniyet, terbiye ve hukuk kavramlarının hanım cephesinde ayrı, adam cephesinde ayrı değerlendirilmesidir. Ahlakın ya da hukukî kuralların cinsiyetçi boyutu olması imkansız. Toplumsal yasalar olarak değerlendirilen hukuk ve vicdanî yasalar olarak değerlendirilen terbiye her ikisi de hanım ve erkekleri aynı oranda korumalı ve aynı oranda yargılamalıdır. Suçun hanımı, erkeği olmadığı şeklinde verilen cezanın da hanımı, erkeği olmamalıdır. Bu bağlamda öğrencilere aile ve okul içinde verilen eğitimde cinsiyetçi söylemlerden mümkün olduğunca uzak durulmalıdır. Destanlar, efsaneler, halk hikâyeleri her ne kadar bizim kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olsa da günümüz çağıl çağı düşünüldüğünde kendisine fenalık edilen bir kahramanın atıyla, silahıyla, yürekli yüreğiyle hakkaniyet avına çıkması artık kabul edilemez. Bu anlatı bireye, “sana haksızlığın yapıldığını düşündüğün noktada eğer ki hukuk ve etik yasalar seni koruyamıyorsa kendi cezanı kendin kes.” demekten farksızdır. Vicdanın ve hukukun temel olduğu bir toplumda yaşamak istiyorsak ilk yapılması gerekenlerden biri bireye, hakkını “hak, hakkaniyet ve terbiye şeklinde kavramlardan uzaklaşmadan toplumsal yasalar çerçevesinde aramalısın.” olmalıdır.
Özgürlük, sorunların temel izleğidir. Varlıklı olanın daha özgür olarak algılandığı bir dünyada gençler arasındaki marka savaşlarından, yetişkinler arasındaki evlatları üstünden yarışa kadar pek fazlaca toplumsal olguyu etkilemektedir. Özgürlüğün cinsiyet ile sınırlandırılması da bir başka problemdir. Ataerkil yapıda adam özgürlüğünün keyfini sürerken hanım söz hakkı için devamlı kendini meydanlarda bulmaktadır.
Toplumdaki zıtlıkları ak-kara diye ayrıştırmak. Kim bilir eski anlatılarda mevcud beyazın “saflığı, masumiyeti” simgelemesi beyaz annenin “doğurganlığa haiz olarak dünyaya gelmesiyle”; karanın “kötülüğü-umutsuzluğu” simgelemesi ve siyah annenin doğurduğunu yok etme içgüdüsüne haiz olmasıyla açıklamak gerekmektedir. Ahlakın da hukukun da rengi yoktur. Her ikisi de toplumdaki değişik renkleri kapsayıcı ve açıklayıcı özellikte olmalıdır.
[1] performatif: Dil felsefesi ve konuşma eylemleri teorisinde, performans söylemleri yalnızca belirli bir gerçeği tanımlamakla kalmayıp hem de tanım ettikleri toplumsal gerçeği değiştiren cümlelerdir.
[2] empoze etmek: dayatmak; bilime, sanata, basına, kendi düşüncesini ve kıymet yargılarını aktarmaktır.
[3] leitmotiv: Senaryo, roman, hikâye şeklinde anlatıların değişik bölümlerinde, çeşitli nedenlerle tekrarlanan ifade kalıplarıdır.
ABD'de yetkililer, 30 yıl sonrasında ilk kez “sıhhatli gıdanın” ne işe yaradığını tekrardan tanımladı ve…
Lazarus'un Genel Özeti Lazarus, ünlü yazar Lars Kepler'in kaleme aldığı sürükleyici bir thriller romanıdır. Kitap,…
AZERİCE SÖZLERİ Elə bil ki sənə yad olub ayrılıq dərdi Axı dərdə düşən yenə qovuşmağ…
Ne ilk ne sonuncusun Düşüp de bu tuzağa kaybeden Kendini terk eder insan Aslen aşktan…
AZERİCE SÖZLERİ Biz hər şeyi bilə bilə ayrılmışıq Dərd çəkmişik ölə ölə ayrılmışıq Ürəyi mənim…
Suni zekâ günlük yaşamımıza girdiğinden bu yana mevzu genel olarak birkaç bağlamda tartışılıyor. İşimizi elimizden…