Ahmet Oktay (d. 21 Ocak 1933, Ankara – ö. 03 Mart 2016, İstanbul) Şair, yazar, gazeteci.
Ahmet Oktay, 21 Ocak 1933’te Ankara’da doğdu. Öğrenimini lisede yarım bırakarak çalışmaya başladı. Ankara’da İstatistik Genel Müdürlüğü’nde (bugünkü DİE) görev yaptı. 1961’de Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda “parlamento muhabiri” olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Ankara Ekspres, İktisat ve Piyasa, Vatan gibi gazetelerde muhabir olarak çalıştı. 1975’te İstanbul Radyosu’na geçti. Siyasal iktidar değişince TRT’den istifa ederek önce Akajans, ardından da Dünya gazetesi haber müdürlüğü görevlerini yürüttü. 1978’de yeniden TRT’ye döndü. 1982’de emekliye ayrıldı. Daha sonra Milliyet gazetesine geçti. 1993’te yazıişleri müdürlerinden biri olduğu Milliyet’ten de ayrıldı.
Yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiirleri, 1949-1950 arasında “Gerçek” dergisinde yayınlandı. İlk yazısı 1950’de “Güney” dergisinde çıktı. “Dişi Kurt” adlı oyunu 1974’te Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi.
1950’lerde yazdığı şiirlerde Ahmed Arif‘ten etkilendiği gözlenirken, 1960’lardan sonra toplumsal gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni‘ye yöneldi. Zengin sözcük dağarcığını destansı bir söyleyişle ustaca değerlendirdi. Şiirinin olgunluk döneminde biçim gösterilerine kaçmadan yalın bir teknikle yazdı.
ŞİİR:
İNCELEME-ARAŞTIRMA:
ANI-ANLATI:
GÜNLÜK:
OYUN:
ÖDÜLLERİ:
XX. BELİRSİZ OKUNAMAYAN GEÇMİŞ
(BAHÇE)
Bahçe sustu. Göçe hazırlan!
Göçe hazırlan! Usulca kapat
Ahit Sandığı’nı, sürgünden
sürgüne dolaştırdığın. Tamamlanan söz
zamanda içerilmiştir: Yiter de
bulunur da: Çocuksuz
bir bayram yerinden geçerken (o hüznü
gezdirdin kalbinin üstünde
yıllarca bir muska gibi) ve uyanırken
belirsiz bir düşten (sandığın kadar
duru değil gerçek de; kaç kez
sınadın etinde: Yanılmanın kendisiydi
doğru denilen). Ah! Üç yerde göz göze geldin
sözcüğün mağara gibi karanlık
içiyle: Yakılmış bir el yazmasının
eşelerken külünü, ürkünç
trampetler vururken. Yoksul da
yoksulu kovalarken. Yazdın artık
bir nöbet titremesiyle; ardında
ölümlerin tortusu. Manşetten
tek sütuna düşen ölümlerin. Bir ecza
gibi açığa çıkardı her cümlen
öz geçmişini. “Taun gününde
insanın tek konuştuğu kendisi” dedin
ve Ey Bilici, ey Çocuk,
oku gözümün merceğini” diye seslendin,
okunamayan geçmiş de çünkü, belirsiz
gelecek gibi.” Kapat Ahit Sandığı’nı
tamam oldu söz. Dağlandı parmaklarında
tuttukça “evet” ve “hayır”
taşlarını. Yine de bilmiyorsun
yazdıkların soru mu, yanıt mı? Ürkünç
olan bu: İnsan değil asıl yargılanan,
Yazı. Kapadın sandığı ve dedin:
“Ne mutlu sana. Okurun yenilmişi
ve dirilttiğisin”. Her gece, kandilini
değiştirirken gizini sızdırmaya
uğraştığın usta da şunları söylediydi
uyandırıp yola çıkacağın sabah
yıllar önce sana: Tek giz
bugündür, onu anla. Hikmetin
vuruculuğu basitliğinden. Ama unutma;
Bir de çoğuldur. Ah! Zamanın ağusunu
sağarken ne çok öğrendin: Amacı
bulmak değil Gömücünün
aramak. Cinayetten korkunç
olansa cinayete alışmak. Ölüm
doğallaşınca çünkü onanır zorbalık da. Mevsim
değil ırmak çağıltısıyla akan, bir türlü
küllenmeyen zaman. Bu suskun bahçe
hem vedâ hem söz veriş. İlk günkü çocuk
senin yazgın: Elinde ekmekle
gülümseyen. Kıyıdadır
daha; bul ve konuş. Belki de
odur çağdaşın:
Ey çocuk!
deden kitliyor ardımdan kapıyı, ama
unutuyor “bir bardak su dök” dediğimi. Sen
anımsa. Çok başka yerde buluyor
çünkü insan evini. Anımsa! Anımsa!
“Bir kitap, belki de senin
yazacağın” diye seslendiğimi.
Anımsa. Anımsa!
Ölümün kokusunu ve gülün estiğini.
Belleğin geleceğin Bilinci.
(1. yenik güne ezgiler)
——–
ANI
Yazdı gözlerimi yumduğumda, öğle sonrası;
dayımdı dutu silkeleyen, çarşafın dört ucunda
Dört kadın; herhalde komşu kızları;
dedem de su çekiyordu kuyudan,
Hamidiye’nin güvertesindeydi sanki,
oysa abdest alacaktı birazdan.
Ah! Sonsuz biçimler veren bize;
Bellek ve Zaman…
————–
ANNELER GÜNÜYMÜŞ
Pancurları dövdü tüm gece yağmur,
şafakla açtım: dupduruydu gök.
Çektim içime güllerin kokusunu,
çoktan kesilmişti karşı koruluk,
yine de bekledim bülbül sesini.
Kim bildi ki sözlerin imlemini?
Gözaltında olduğumuz koğuşta,
Son firarda da enselenen Mansûr
şöyle demişti sıtma nöbetinde:
‘nerde benim eski nefti kaputum?’
Unutmam, Hazirandan gün almıştık,
ürkmüştüm güllerin curnatasından;
sözleşmiştim okuldaşım Mehmet’le
sancır yüreğim hâlâ, tutuklanmış
bana ‘Cemiyetin Asılları’nı
verdikten az sonra Gençlik Parkı’nda.
Bugün ‘Anneler Günü’ymüş. Yıl olmuş
şuramda pıhtılaşan yara. Bir gül
aldım, zifirî çingene kızından;
savurdum komşu köşkün terk edilmiş
bahçesine. ‘Yeşert’ dedim “her yeri”.
——–
ESKİ BAKIR
Bir çığlığın içinde yakalıyorum seni
kaç kez İstanbulsu,
parıldayan, ısıtan, yakan bir alev gibi.
Üstünde uzun, pis, yalnız sokakların yağmuru…
odaların, merhabaların, gülücüklerin sıkıntısı
tramvayların, vapurların sıkıntısı
yitmiş aşkların, yitecek aşkların
aynı vazoların, aynı öğütlerin, aynı yasakların sıkıntısı.
yakalıyorum, öpüyorum, avutuyorum.
Karanlık etini kemiriyor,
vaktimiz kısa,
düşlerimizi kolluyorlar durmadan
durmadan kovuşturuyorlar.
Mendilimi ıslatıp alnına koyduğum
suyundan içtiğimiz hayat çeşmeyi,
yalnız – geceler boyu uzanan kadını bakırlarda
durmadan horluyorlar.
Geyiğim, saklım benim.
bakma arkana, ne olur, aldırma,
onulmazlığımızdan büyük yapılar kurduk
horlandıkça aşkımız, derya.
Vaktimiz kısa,
karıncalara, rüzgârlara, sulara dokunmak
uyanan toprakları bilmek gerekiyor.
Ormanlar görmüş dolunayın tılsımını
ağlamayı utanmadan
dövüşmeyi bilmek
tırnaklarınla tutunmayı bilmek gerekiyor
aşağılandığımızı, kollandığımızı bilmek gerekiyor.
Kapa tunç kapılarını gece
soğukta, kırgın, parasız milyon kişi.
Geyiğim, saklım benim,
ölüm dayanmadan kapıya
sev, öp, yitir beni.
15 Haziran 1958
———-
GEÇ SAAT
Yorgundu. Düş görürken
– ölmüş müydü ölüyor muydu?
fidana dokunduğu an açıvermişti gonca –
elinden düştü kitap
kalem de
Şuydu altını çizdiği cümle:
Kierkegaard’tan,
“Üzüntüm, kâl’amdır benim”
———-
KAÇARIMIZ YOK BİZİM
Uzun boyluyum jandarma
avcunun sıcaklığı kadar uzun.
Birikmiş hüzünlerin vardır elbet
armağan et onları bana.
Bursa işi havlular dokurum hüzünden
su veririm hançerin çeliğine,
herkes ustasıdır bu işin
katmerli gül gibi gezdirilir
hüzün her yerinde memleketin.
Hemşeriyiz bir bakıma, durma anlat
Fırat üstündeki dolunayı anımsa,
kıtlık yılından imbiklediğin türkü
bir tasviriydi ki ağbinin
kan sızıyordu şakağından suya.
Uzun boyluyum
su ve kan kadar
Duramam gezginlik de var huyumda
yağmur yemeden yetişirim
Sapanca’nın kirazına.
Lezzetli olur sazanları
gel otur bir rakı içelim.
Kasım, aralık derken
dayanır bahar gürültüyle kapıya
ardından kırmızı mühürlü tezkeren.
Ucuz olur Mahmutpaşa’dan al kasketini
bir de fotoğraf çektir Yeni Cami’nin orda
ayırma güvercinlerden gözlerini,
sevdalı bir kuştur
ölümün karşıtıdır güvercin.
Otur şöyle rahatça
kaçacak yer yok memleketten başka,
burda olmazsa Siirt’te
inerim ki toz içinde otobüsten
çeşmede mendilini ıslatıyordu ki yaz
şıp diye Gevaş’ta bulursun
Umarımız, kaçarımız yok bizim,
ne çok yağmur yağacak damlara
ayak uykusunda sıçratacak
çığ düşmüş gibi yankılanan
bir arkadaşın kanayan sesi.
Acılar irdeleyecek
acılar bileceyek bizi
Sen herhalde Keban’da işçi olursun.
(Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi)
——-
KAÇ KİŞİYİZ KENDİMİZDE
Pavese, Malcolm Lowry. İkizlerim.
Gece de sonsuz değil
kötülük de. Ben de denedim.
Lav fokurdarken, gidip geldim
delilikleri. Bin vampir besledim
şuramdaki inde. Sövdüm
ve şehvetle öptüm her Meleği;
Ah! Bilemedim
kaç kişiyiz kendimizde.
Karabasanlar yaşattım
beni sevenlere,
bir hataydım, besbelli.
İçimdeki ölümden
içimdeki ölümden
içimdeki ölümden ürettim her şeyi.
———
BEŞ KURUŞA AŞK ŞARKILARI
Bir yalnızlık büyütürdüm saksıda,
kalandı çok eski günlerden
bir bana yetsin, hıncımı arttırsın,
aşkımı pekiştirsin diye sevince.
Günüydü, gelip durdu hüznümün önünde,
gidilmemiş bir saklı deniz sandım.
Kıpırdamazdı yapraklar, geceyle
tüketirdi çiçeği, kuşu sevdiremeyen konyak.
bana neydi gülmeler, şarkılar
otobüs durakları, alandaki kalabalık
geldi durdu, alana merhaba dedim.
Bir göz bozgundur yerine göre,
vururdu pencereme rüzgâr,
ben hep öyle bir gözdüm
çığlığını kendinde saklayan.
Düş kurmazdım, beklemezdim şurda burda,
çiçek demetleri, bisikletler geçmezdi,
apansız geliverdi sokağıma.
Hıncım bana kalsın gayrı,
sen yalnızlığımı götür.
Bana çay demlemeyi öğret,
elimi yüzümü yıkamayı,
ağzıma rakı koydurma.
Hıncım bana kalsın diyorum
çünki ben bu kenti kendimde büyüttüm,
bir barbarın vahşi ateşiyle,
çünki yapılarının taşında onulmazlığım,
çünki şarkılar kanımın bedeli.
En sevdiğim kelimeler gibisin,
örneğin öfke gibi,
hani bir zamanlar
dağda ve sokakta açan.
Örneğin umut gibi,
günde, gecede yitirip durduğumuz
zeytin dalını dal eden.
Örneğin aşk gibi,
denizlerin üzerinde yürüten.
Örneğin kavga gibi,
yüreğimi sıkı, saçlarımı kara tutan,
kayaları yumuşatan kavga gibi.
Denizler benim kadar kıpırdayamaz,
bak şimdi parklardayım,
bir çocuğun menevişli gözlerinde.
Hüzünleri bırakmanın günü,
günü çığlığı olmak dünyanın,
hüznümü iki kat ediyor ama
gecede alnıma dayalı alnın…
(Gölgeleri Kullanmak)
—-
AZ KALDI KIŞA
Gitti son leylekler. Az kaldı kışa;
bir ayin sesiyle indi pancurlar;
içimde bir sızı, çöktüm bir taşa,
dönüyordu tepemde aç martılar:
Ürktüm de kumsaldaki tenhalıktan:
medet umdum aşkların anısından,
ne yazık, ne yazık! Siyahtı aşklar.
Sessiz, önünden geçtiğim bahçeler;
poyrazla kımıldıyor bir salıncak;
gidiyordum hayallerle beraber;
neyin imiydi birden düşen yaprak?
Dedeevini özledim içimden,
karaduta uzanmak pencereden;
çalarken komşuda eski taş plak.
Sırrın dibine bak! Igvadan ürkme,
diri ve ölü gör Eurydike’yi;
Gömülecek kendi efsanesinde
her insan, olgunlaştıkça ezgisi.
Ayna açıldı artık. su damıtık.
birikirken bellekte kalabalık;
anladım, kederdir her kalbin içi.
Gördüm kırık bir ayna parçasında
solgun yüzümü. Karaduygulu
bir suret: Zamanın kadranında
mıhlı, uyuyor eski bir uykuyu.
Baktım kalıntısına yanık köşkün,
küller parçası dantel bir örtünün:
sezdim varoluşa sinmiş korkuyu.
Lüksler yanan köy kahvelerinde
demiryolcularla rakılar içtim;
kendimi dinlerken kederlerinde,
yanayım, külüm kalmasın istedim.
Gövdeler gördüm han odalarında,
sallanıyorlardı ipin ucunda;
“yalnızlıktır en büyük dehşet” dedim.
Şimdi dinlerken bu tenha kıyıda
denizin iniltisini, kavradım;
insanın özü, çekilen kaygıda;
ben de düş üretmek için yaşadım.
Gördüm karabasansı olsalar da,
yıkımdan geçiyor çünkü kurtuluş da;
kitaplarda en çok bunu anladım.
Yaşadık: hem iyiydi tarih hem kötü;
bir bilgelik damıttık acılardan,
ordan kalma gözlerdeki ürküntü.
Ama mutluluk da sızdı yazlardan;
Kınalı’nın oralardayız işte,
gülüyor Oktay Bey. Edip dümende;
özgürdük, kurtulmuştuk yasaklardan.
Güzeldir bazan, anlık her aldanış!
Oysa tanklarla tutuluydu yollar;
kuşkuyla, veda doluydu her bakış,
“cemse”lere yüklenmişti kitaplar:
Nerde bulacaktık doğadan başka
özgürlüğü, yaşarken gözaltında?
Ve yazdık, akkor kesildi sayfalar:
Tuhaf: Bu kasvetli günde farkettim:
“yaşlanıyorum” diye geçirirken:
tutmuş çelik. ön bahçeye diktiğin.
Bir tebessüm kalsın sana benden:
bir güle değmiş gibi ol masamda,
her sabah o ciltlere dokundukça:
tozlarım evrende kımıldanırken.
Üşüdüm, lodosa çevirdi rüzgâr:
kumdu sanki, ayetler akıp gitti:
gönlümde açıyarken uçurumlar.
bilemedim en çok kimi sevdimdi.
Hazırım gelecek olan kargışa:
son leylekler gitti. Az kaldı kışa:
duydum: tıkır tıkır ölümün saati.
Microsoft, 1980'lerde piyasaya sürdüğü iki program Paint ve Notepad'e, aradan geçen 40 senenin arkasından suni…
"Woke" terimi, süre içinden ilk anlamından oldukca değişik bir halde evrim geçirdi. Geleneksel olarak baktığımızda…
[Chorus] Got two girls in the cut And I don't know what to do I…
Tüm dünyada gözler ABD seçimlerine çevrildi ve kesinleşmemiş sonuçlara gore Cumhuriyetçilerin talibi Donald Trump seçimden…
Türkiye Suni Zeka İnisiyatifi’nin (TRAI) düzenlemiş olduğu Türkiye Suni Zeka Zirvesi bu yıl yedinci kez…
Yavaş bir bilgisayar, derhal her insanın üretkenliğini engellemiş olan ve boş yere gecikmelere yol açan…