Beş Şehir (Özet) – Ahmet Hamdi Tanpınar

 

Beş Kent – Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi TANPINAR, Beş Kent‘in mevzusu için: “Hayatımızda kaybolan şeylerin arkasından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.” demektedir.

Tanpınar’ın en mühim tecrübe etmelerinden kabul edilen bu kitapta beş kent anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul.

İlk gösterim zamanı 1946 olan yapıt; Tanpınar’ın gözlemleri ile etkisi altına alan üslubu birleşince edebiyatımızın en kıymetli eserlerinden biri dünyaya gelmiştir. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir.

::: Eserden Seçmeler :::

Ankara

Bir ihtimal Millî Savaşım yıllarının bıraktığı bir tesirdir, bir ihtimal direkt doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski süre silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dasitani ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle doğal bir istihkam manzarasıdır.

Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğramış olduğu istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçen zamanların pek azca eserini bırakmıştır. Şaşırtıcı ve hayret verici bir kargaşalık içinde bu tarih daima insanoğlunun gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rast gele karıştığı, haşır neşir olduğu pek azca yer vardır…

Erzurum

Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbi’nde geçir­diği tecrübenin acılığı burada olmasıyla birlikte vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlanılmış olduğu şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu dizgin saldır­mış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası şeklinde işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla birlikte, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye ön ayak olmuş, Ermenistan zaferini algı etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı.

***

Erzurum Türk geçmişine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması ihtiyaç duyulan bir şey olur. Malazgirt Zaferinin açmış olduğu gedikten yeni vatana giren cedlerimizin fethettikleri büyük, merkezi şehirlerden biridir.

Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadelenin ilk temeli gene Erzurum’da atılır. Her şeye karşın hür, müstakil yaşamak iradesi, ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Mustafa Kemal Atatürk, Erzurum’dan işe adım atar. Tıpkı ilk fatihler şeklinde oradan Anadolu’nun içine doğru yürür; ordan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihî hakları adına yeni baştan fethederiz.

Konya

Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun şeklinde kendini gizleyen gizemli bir güzelliği vardır.

Bozkırın kendini gizleyen gizemli bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Fazlaca arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya şeklinde takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuklu Sultanlarının şehrinde bulursunuz.

***

Mevlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, ufak görmesine karşın Doğu’ın en büyük şairlerinden biridir. Iyi mi Garp Orta Çağı, tüm azap korkusu, içtimai seviye yada düzensizliği ile rahmaniyet iştiyakı ve hakkaniyet susuzluğu ile Dante‘nin eserinde toplanırsa, Müslüman Doğu’ta tüm varlık hikmeti, Hakk’la Hakk olmak ihtirası ve cezbesiyle Divan-ı Kebir’dedir.

Bursa

Bu devir, haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğundan, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden haizdir, denebilir. Bu hakikati oldukça iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa’dan bahsederken “Ruhaniyetli bir şehirdir.” der.

***

İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilü­ışık Hatun, Geyikli Baba, Buyruk Sultan, Konuralp… Bunlar hakikaten bir şehrin semt ve mahalle adları; veya tıpkı bizim şeklinde belirli bir süre içinde yaşamış bazı insanların anıldıkları adlar midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, fazlaca hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ilişkin tüm duygularda olduğu şeklinde fazlaca hasretli lezzetleri vardır…

***

Bu kurum asrından sonrasında Bursa, sevilmiş olduğu ve büyük işlerde o denli yardım etmiş olduğu erkeği tarafınca unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı ufak el aynalarında saçlarına düşmeye süregelen aklan seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk ilkin Edirne’nin kendisine ortak olmasına, sonrasında İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve iyi mi için için ağlamıştır.

***

Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden bahsettikten sonrasında sözü, “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” diyerek bitirir. Canım Evliya!

***

Şimdi Bursa’da aslolan dönemin yanı başlangıcında, bizim için ondan daha başka ve daha derin olarak mevcut olan ikinci zamanı icra eden şeyin ne işe yaradığını öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onun etrafı kucaklayan, her dokunduğu şeyin özünü bir ebediyette tekrarlayan akisleri, bu mevsimlerin ve düşüncelerin öncesiz aynası, dönemin üç çizgisini birden veren tılsımlı bir aynadır. Sanatın aynası da bundan başka bir şey değildir.

İstanbul

Aslolan İstanbul, doğrusu surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar şeklinde kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri esin eden peyzajlardır.

Her İstanbullu azca fazlaca şairdir; şu sebeple irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye fazlaca benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler.

“Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlamış olacak.” Veya “Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır.” diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve bir tek onunla yaşarlardı.

Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, yoksul mahalleliler var. Birbirlerinin hatrını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için bazen gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan yaşlanmış mahalleliler…

Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu şeklinde her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; bir tek belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Esasen mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, ufak bir Babil şeklinde, her penceresinden ayn bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.

Beylerbeyi’nde, Emirgan’da, Kandilli yada İstinye’de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde hemen hemen son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk’ta sular, sahil süresince, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası şeklinde mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar şeklinde kestiği İstanbul minareleri kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer.

Edebiyat

(Toplam: 20, Bugün: 1 )

Leave a reply:

Site Footer