Ahmet Haşim, Paris seyahati sonrasında orada edinmiş olduğu izlenimleri uzun seneler yazdığı İkdam gazetesinde fıkralar halinde yayınlamıştır. Çeşitli tarihlerde İkdam’da gösterilen bu yazılar, 1928 senesinde İkdam’da Bizlere Bakılırsa adı altında kitaplaştırılmıştır. Bizlere Bakılırsa’de fıkra türünde 42 yazı bulunmaktadır.
Ahmet Haşim, 1921’de düzyazı yazmaya adım atmıştır. İlk nesirlerini toplamış olduğu Bizlere Bakılırsa ile Türk Edebiyatının “en orijinal üslupçusu” olarak kabul edilmiştir. Ahmet Haşim’in derli toplu, bir mevzu çevresinde şekillenen yazılarında zarif, ince, sanatlı, işlenmiş, nükteli, şiirsel bir dil dikkati çekmektedir.
Eserden Seçmeler
GARDEN BARDA KONUŞAN İKİ ADAM
Şu ışıklar içinde görünüp kaybolan bayanlara bak! Ne derilerindeki beyazlık insan derisi beyazlığı, ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü siyahlığı, ne dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı kızıllığıdır. Tabiatın eserleri {hiç de} bu sahne yaratıkları kadar güzel değil!
Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar, renksiz etleri, çipil gözleri, nefes dudakları değişikliğe uğratarak, harap uzviyetlerden birer gençlik ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş. Kim diyor ki hanım şimdi, eskisi benzer biçimde, yüzünü sıkı örtüler altında saklanıyor? Ya boya örtüleri? Bunların altında hakiki çehreyi asla görmek kabil mi? Boyalar olmasa bilmiyorum hanım ne yapardı?
SİNEMA
Boş vaktim oldukça beyazperdeye giderim .Yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun bir çetin yol üstünde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp tekrar ışığa kavuşmamaktan başka nedir?
Beyaz perdenin öteki bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde, bir deste deve dikeni benzer biçimde sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini koymasıdır. Rüya alemi üstüne açılmış büyülü bir pencereyi çağrıştıran beyaz perdede koşuşan, döğüşen, düşen, kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy süvariliklerinden yada harikulade hırsızlık vak’alarmdan, başka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan saflığıyla beslenen beyaz perde edebiyatı, hemen hemen kıymetsiz yazarın işidir. Resmi, beyaz perde üstünde kımıldayan şu rimel ile kirpiğin her teli bir ok benzer biçimde dikilmiş güzel kadının bakış açısından, damla damla akan düzmece gözyaşları, zevkini ve aklıselimini şapka ve bastonuyla beraber vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, sadece can sıkıntısından ağlatabilir.
Beyaz perde, bu şekilde yormayan masum bir göz eğlencesi kaldıkça, bitkin başın munis bir sığmağıdır. Her zevkini yitirmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, rahat musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı beyaz perdenin, ipek yastıklar benzer biçimde başın arkasına yığılan yumuşak karanlığına borçluyum.
ŞEHİR HARİCİ
Üç dört seneden beri uzak çiftliğinde, anlamış olur, inekler, keçiler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı bir dostumu ziyarete gittim.
Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta, tanımak müşkül oldu: Saçları yırtıcı bir gelişme ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler belirmişti. Alnında ne hüzünden, ne neşeden yapıt kalmamıştı. Doğa, dostumu kendine benzetmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü.
Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, kuşku yok ki vücudu bu şekilde haşin bir zırh ve içindeki ruhu da bu şekilde bir çelik külçesi hâline getirmektir. Şehirlerin san derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?
Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı göklerin sonsuz bir tekrarından başka bir şey olmayan kır aleminin saadetleri, sırf şairane bir buluş eseridir. Hakkaten, yaşamak hünerindeki aczi yüzünden, şehirde mesut olamayan ozan, Okura sınırı haricinde bir aden var olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden yardım dilemiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir. Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanoğlunun boğuştuğu bir âlemdir.
LEYLEK
Senelerden beri leylek görmüyordum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının son senelerde İstanbul’a azca rağbetleri her insanın dikkatini çekmişti. Sonradan öğrendik ki Mısırlılar, bilmiyorum ne sebepten dolayı bu saygı kıymet kuşları arsenikli yemlerle öldürüyorlarmış.
Geçen gün sokakta, gölgeleri mor ve keskin icra eden bir Afrika güneşi aydınlığında yürürken, birden damlar tarafınca gelen bir leylek gagası takırtısıyla durdum. Senelerden beri özlem kalmış olduğu dost sese kavuşan kulağım, âdeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti.
Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı, ses hâline gelmiş bir sıcak temmuzdur. Bir baca üstünden ufka çizilen bir leylek şekli, muhayyileye neler hatırlatmaz: Maviliği içi bayıltan sonsuz, derin sema… Yeşil bir vadide gizlenmiş minareli, ufak, beyaz bir kent… Yarasaların uçuştuğu, kavak ağaçlarının hafifçe hafifçe sallandığı yeşil bir akşam… Sıcak bir Asya gecesi: Damların yan duvarlarına dayanarak, gizli saklı gizli saklı konuşan ve doğacak bakır bir ayı bekleyen siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlıklı bayanlar…Alçak bir gece semasına serpilmiş büyük yıldızlar… Tüm bu yıldızların içinde bir leyleğin düşünen gagası…
Muhakkak, leylek, ressam ve şairi bazı karışık ve mevzun hayallere çağrı etmek suretiyle yaratılmış bir kuştur. İşte onun içindir ki maddeye tapan Mısır köylüsü, kendisine yaramayacak kadar güzel olan bu hayvanı öldürmek cesaretini kendinde buluyor.