Çok Güzelsin Gitme Dur Kitap Özeti – Haldun Taner

“Çok Güzelsin Gitme Dur” Haldun Taner’in 1976-1982 yıllarındaki gazete yazılarından oluşuyor. İstanbul, tarih, eğitim, sanat, edebiyat, dil, kültür, tiyatro, kentsel sorunlar, yitirilen erdemler, doğa ve çevre, konu ne olursa olsun, Taner’in kalemiyle renkleniyor.

“Bir ada arıyorum. Sen ben kavgasından uzak. İnce hesaplardan. Bir ada ki ona gelen unutsa adını, mesleğini, bencil ihtiraslarını. Soyunsa kinlerinden, hasetlerinden bir bir. Yeterince yer olduğundan kelli güneşin altında, denizde ve kıyıda, kimsenin gözü olmasa başkasının yerinde. Uzanıp düşünmemek, sadece yaşamak tadı ile yetinip bıraksa kendini kendine. Ayak oyunlarına sapmadan. Dedikodu yapmadan. Bıraksa kendini hafif rüzgâra, deniz minaresi gibi, kozmik bir ezeli şarkıyı ta içinde duyarak. (…)

“Bir ada arıyorum. Politikadan uzak. İktidar hırsı yok. Kendinden başka düşünene tahammülsüzlük yok. Herkes eşit adasever. Kimi kıyısını, kimi yamacını, tepelerini, çamlıklarını… ‘Mademki benden değilsin, öyleyse bana karşısın’ ham görüşü uğramamış adaya. Seçim sorunu, oy dalgası, partiler, koalisyon, Çince gibi sözcükler kullanılmıyor ada sakinlerince. Siyaset yok ki siyasi suç kalsın.”

Kitap Özeti :

Park Otel’in bir salonunda toplanmışlardı. Yıllık kongrelerini yapıyorlardı. Aralarında yurt çapında ün yapmış bilim adamları vardı, mühendisler vardı, kadın-erkek seçkin aydınlar vardı. Bir rastlantı sonucu aralarına düşmüştüm. Üç saat boyu konuşmalarını ilgi ile istifade ile dinledim. Potaya hep olumlu, tutarlı, iyi niyet dolu öneriler atıldı. Uygar Batı ülkelerinde kamu yararına çalışan dernekler, bazen devlet sektörünün boş bıraktığı gedikleri kapamaya, bazen de onun el attığı icraatı desteklemeye, yaymaya çalışırlar. Bizde devlet sektörü çoğu işi tam olarak ele alıp sonuna kadar dirençle kovalayamadığı için bu gedikler bizde her yerden de çoktur. Ne var ki, bizdeki bu tür dernekler ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar, platonik alandan öteye geçemiyorlar.

Kongresine katıldığım dernek, Çevre Koruma ve Yeşillendirme Derneği idi. El attığı konular güncel mi güncel, hekimce deyimi ile akut sorunları içeriyordu. Bunların platonik kalmaya, akademik tartışmalarla geçiştirilmeye tahammülleri yoktu. Nasıl olsundu ki, gün günden insan yaşamını tehdit eden, tehdit ettiği için de acele somut çözüm bekleyen sorunlardı.

Havamız da, karamız da, denizlerimiz de kirli olduğuna göre kongrede konuşulan konular da üç fasılda odaklanıyordu. Hava pisletilmesi, kara pisletilmesi, deniz pisletilmesi.

Hava pisletilmesine karşı yeşillikleri çoğaltmak ilk akla gelen önlemdir. Yeşil alanların, parkların, koruların klorofili kirli havayı süzer, temizler. Yeşil alanlar her yerde kentlerin ciğeridirler. Hal böyle olmasına karşın biz belediye planları ile yeşil alan olarak ayırdığımız bölgeleri bile, kimbilir nasıl baskılar altında, birer ikişer elden çıkardık. Moda’nın vapur iskelesine bakan kıyıları 1960’tan önce yeşil alan olarak bırakılmıştı. Şimdilerde orada göklere yükselen apartmanlar bir karış yeşil bırakmadılar. Bu iş nasıl oldu? Onu ancak rufailer bilir.

Yeşil alan, kentlerin istediği kadar ciğeri olsun, hava kirlenmesinin yoğunlaştığı bölgelerde ne yazık ki, yalnız bu alanlar da tek başına öldürücü ölüm sislerini süzüp dağıtamıyorlar. Tam tersine gökten yağan bu ölüm sisi insanlar gibi bitkileri de mahvediyor. Fabrikaların, apartmanların zehir kusan bacalarının çevreye yayılan gazları ve partiküllerini, özellikle kükürtdioksiti zararsız hale getirmek için insanlar çeşitli yollar bulmuşlar. Linyit yerine kok yakıyorlar, bacadan çıkan dumanı havaya karışmadan yakalayıp yok ediyorlar. Kongreye katılan sayın üyeler arasında linyiti kok haline getiren bir projenin sahibi de bulunuyordu. Bu değerli delegenin yaptığı açıklamadan öğrendik ki, eldeki olanaklarla elde edilebilen, kok henüz ihtiyacı karşılamaktan çok ama çok uzaktır. Kara pisletilmesine gelince, bunun kökeni ne kükürtdioksit ne de karbonmonoksit. Bunu doğrudan doğruya hemcinslerimizin pislik duygusuna ve ihmaline borçlu bulunuyoruz. Avrupa su ve sabunla henüz dostluk kurmadan çok önce, orada en soylu geçinenlerin, hatta krallar ve kraliçelerin bile kokudan yanına yaklaşılamazken biz dünyanın en titiz ve temiz, en şartlı şurtlu toplumu idik. Şimdi bir de aynı milletin bugünkü savruk ve özensiz torunlarına bakın. Dünyada bir pislik olimpiyatı yapılsa İstanbul’umuz en azından bir bronz madalyayı hak edebilir. Belediyemiz ve vilayetimizin giriştiği karşılıklı yıpratma kampanyasının bilançosunu, yayılan mide bulandırıcı kokular, yüksek çöp dağları halinde İstanbul ahalisi ödüyor. Belediye çöpçülerin grevini birkaç hafta erteletebilecek parayı bulduğu zaman da, çöpçüler çöpleri karadan alıp en yakın kıyıdan denize boca ediyorlar. Sözümona karayı temizler taklidi yaparken denizi pisliğe boğuyorlar. Bizim bildiğimiz denize çöp dökmek her yerde beledî bir suçtur. Bunu belediyenin çöpçüsü yaparsa gerisi ne yapmaz. Çöp yakılır. Yakılarak çöpten enerji bile sağlanır. Ama anlayan beri gelsin. Suyun pislik tutmayacağı, denizin kendi kendine temizleyeceği mavalı artık çok gerilerde kaldı. Deniz de artık kendine bol miktarda boca edilen pisliği doğa yoluyla temizleyemez oldu. Deniz bal gibi kir tutuyor. Kaldı ki, kıyıya yerleşmiş fabrikalar da sağ olsunlar bütün asitlerini, cüruflarını, pisliklerini denize döküyorlar. Geçen yıl Bayramoğlu’nda Çayırova Şişe Cam Fabrikası’nın döktüğü maddeleri belli bir rüzgâr bütün körfeze yayıyordu. Gidin, Moda koyuna, Kalamış koyuna bakın.

Karanın çöplükleri nerde bitiyor, denizin çöplükleri nerde başlıyor, kestiremezsiniz. Biri ötekinin uzantısı halinde. Bu çöplük uzantısı sular insana, peygamber ve Zati Sungur olmadan bile deniz üzerinden yürüyebileceği kanısını verebilmekte. Teknik Üniversite Hidrobiyoloji Profesörü Sayın İlhan Artüz, pislik yüzünden denizin oksijeninin azaldığına ve nazik yapılı palamut, uskumru ve istavrit gibi balık nesillerinin yakında tamamen tükeneceğine işaret etti. Hazır bulunduğum kongrede sade dertler dökülmedi. Çareler de arandı, somut çözümler de gösterildi. Teşhis yapılıyor, reçete yazılıyordu. Ne çare ki, ilacı yapacak eczane kapalı idi. Artık nesli tükenmiş, pir aşkına idealistler kuşağından biri olduğu hissini uyandıran Sayın Selahattin Uzel’in yorulmaz yönetimindeki bu dernek, bugüne kadar iyi-kötü yayınlar da yapmıştı. Bir pilot bölge seçip ufak çapta da olsa, savunduklarını eylem haline geçirmeyi de denemişti. Ama bunları icra mevkiinde olanlara duyuramamıştı, gösterememişti. Duymak ve görmek için kulak ve gözleri olmak yetmiyor. İnsanda görmek ve duymak iradesi de bulunmak gerekiyor. Bence icra mevkiinde olanları uyarmak için onların dalga uzunluklarına seslenmek, yani onların bamteline basmak gerek. Bu bamteli de tek bir saplantıdır: İktidar, her şeye karşın iktidar. İktidar neyle olur? Oy çoğunluğu ile. Oy çoğunluğunu ne oluşturur? Seçmen hazretlerinin bilinci… Ya da bilinçsizliği…

Sayın delegelerden biri ne güzel bir örnek verdi. Çevre koruması sorunları örneğin İsveç kamusunun bilincine hatta bilinçaltına öyle bir sinmiş ki, seçimlerde bile adayların seçim yazgısını değiştirebiliyormuş. Başbakan Olof Palme son seçimlerini, yurtta yeni nükleer güç santralleri açmak vaadi yüzünden kaybetmiş. Seçmenler yeni güç santrallerinin doğayı bozacağını düşündükleri için karşı partiyi tutmuşlar.

Demek oluyor ki, iş dönüp dolaşıp büyük halk kitlelerini uyarmaya, bilinçlendirmeye, demokratik kefeye ağırlıklarını koyacak bir denetim gücü haline getirmeye dayanıyor. Zor iş elbet. Sabır ve inat isteyen, mücadele isteyen, uzun miadlı bir iş. Ama bunun başka yolu yok.

Haldun Taner Hakkında Bilgi

Haldun Taner (İstanbul, 16 Mart 1915 – 7 Mayıs 1986) Matbaa-i Âmire müdürü Hâmid Bey anne tarafından büyükbabası, Meclis-i Mebusan İstanbul milletvekili ve Darülfünun devletler hukuku profesörü Ahmet Selâhattin Bey babasıdır. Çemberlitaş’ta dünyaya gelen Taner, beş yaşında babasını kaybetti. Galatasaray Lisesi’nde okudu (1935). Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’ndeki öğrenimini (1935-38) ağır bir tüberküloza yakalanması nedeniyle yarıda bıraktı. Erenköy Sanatoryumu’nda tedavi gördüğü sırada (1938-42) Ankara Radyosu için skeçler yazmaya başladı. İÜ Alman Filolojisi’ni bitirdi (1950), Sanat Tarihi Bölümü’nde asistan oldu. 1954’te ilk evliliğini yaptı ve Oyun dergisini çıkardı. Viyana Üniversitesi’nde Prof. Kindermann’ın yanında felsefe ve tiyatro okudu. Max Reinhardt Tiyatro Akademisi’nde eğitim gördü (1955-56). 1950’den sonra İÜ, Gazetecilik Enstitüsü, İGSA ve LCC’de tiyatro ve dramaturji dersleri verdi.

Devekuşu Kabare Tiyatrosu, Bizim Tiyatro ve TEF Kabare’yi kurdu. Türkiye’deki epik tiyatronun ilk örneği sayılan “Keşanlı Ali Destanı” ile dünyaya açıldı. Bütün çalışmalarıyla bir Haldun Taner Tiyatrosu ekolü oluşturdu ve Türkiye’de tiyatronun bir ‘bilim dalı’ olmasında etkili oldu. “Tuş” adlı öyküsü (1955) ve “Keşanlı Ali Destanı” oyunu (1964) aynı adlarla sinemaya aktarıldı. “Devekuşuna Mektuplar” başlıklı yazılarına “Tercüman”da (1955-60) başladı, “Pazar Sohbetleri” başlığıyla “Milliyet”te (Mart 1974 – Mayıs 1986) sürdürdü. 9 Ocak 1976’da ikinci evliliğini yaptı.

1987’den beri Haldun Taner Öykü Ödülü verilmekte. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Kadıköy sahnesine (1988) ve Caddebostan’da bir sokağa adı verildi. 100. doğum yıldönümü olan 2015’ten itibaren bütün yapıtları Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmakta.

Haldun Taner’in Eserleri :

  • Ayışığında “Çalışkur”
  • Çok Güzelsin Gitme Dur
  • Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım
  • Keşanlı Ali Destanı
  • Koyma Akıl, Oyma Akıl
  • Sersem Kocanın Kurnaz Karısı
  • Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu
  • Yalıda Sabah

Haldun Taner’in Aldığı Ödüller:

1953’te “New York Herald Tribune” ile “Yeni İstanbul” gazetelerinin düzenlediği uluslararası yarışmada “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” öyküsüyle birinci oldu. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın ilkini “On İkiye Bir Var” ile kazandı. “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” ile Uluslararası Bordighera Mizah Hikâyeleri Ödülü’nü, Gazeteciler Cemiyeti Fıkra Ödülü’nü (iki kez), “Yalıda Sabah” ile 1983 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü aldı.

(Toplam: 1.554, Bugün: 1 )

Leave a reply:

Site Footer