Günümüzde “araştırma, tahlil” adları ile de ifadelendirilen “eleştiri” kelimesinin,”şerh, haşiye, ta’likat, tefsir, eleştiri” hâtta “yorum” benzer biçimde adlarla da anıldığına şahit oluyoruz. Bu adlar; “eleştiri”,”araştırma” ya da “tahlil” kelimelerinin tam karşılığı olarak anlamlarını bulmamış olsalar bile, dinî ve edebî muhitlerde ortalama aynı anlamları yüklendiklerinden dolayı, aynı mânâda kullanılmış ve kabul görmüş kelimeler olarak değerlendirilmiştir.
Tenkide, eskilerin “İlm-i Nakd” adını verdiklerini, bu edebî türü “Ulûm-i Edebiye” cümlesinden saydıklarını görüyoruz. Arapça’da “tenkîd” kelimesinin bulunmadığını; paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek anlamına gelen “Nakd, tinkad, intikad, tenekkud” kelimelerinin bulunduğunu, “tenkid”in de “intikad”ı çağrıştırdığını ifade eden Muallim Nâcî :
“Nekkad (sarrâf pek parlak tab’iyle), hâlis akçeyi mağûş akçe arasından iyi mi ayırırsa şi’r-i bî-aybi şi’r-i ma’yub miyânından o şekilde ayrım eder.” Eşyâ, zıdlariyle belirgin hale gelir”, hükmünce şi’rin ayıblarını bilmeyen ayıbsız şi’ri tanıyamaz.” Mer.
Fransızca “analyse” kelimesinin Osmanlıca’daki karşılığı olan “tahlil“, edebiyat mahsullerinin izah edilmesinde, analizlerinin yapılmasında ve değerlendirilmesinde, “şerh“e alternatif bir edebî terim olarak kullanılmış ve kabul görmüştür.”
“Metin şerhinde, tefsirde yada metin tahlilinde geliştirilen her yeni metod, esere değişik açıdan, değişik gözle, değişik kıymet hükümleri ile bakmaktan başka bir şey değildir.” diyen Prof. Dr. Metin Akar:
“Tahlîlde de meydana getirilen iş şerhin aynı olmakla beraber metotları birazcık farklıdır.”2
diyerek, tahlîli, şerhten o metne uygulanan metod itibariyle ayırır. Tâhir-ül Mevlevî’nin Edebiyat Lügati adlı eserinde tenkid, Fransızca “Critigue” karşılığı olarak ele alınmış ve bir eserin iyi ya da da fena bir yaratı olduğuna, onun hakîkaten güzel bir yaratı sayılıp sayılmayacağına dair yargı vermek mânâsında kullanılmıştır.3
Eski Yunanlardan 17. ve 18. yüzyıllara gelinceye kadar edebî eserlerin biçim/biçim yapılarıyla ilgilenen bu edebî tür, “belâgat“ın bir şubesi sayılmıştır.
Eleştiri hakkında Ali Canip Bey:
“19. asırdan itibaren tenkidin hududu gittikçe genişledi. Biçim meselesi ikinci derecede kaldı. Bugün en ziyâde bir edebî eserin rûh ve hayâtiyle uğraşılıyor. Bir eseri tekvîn eden siyasî, içtimâî, dinî sebepler gözden kaçır ılmıyor.” 4
şeklinde görüşler ortaya koyarak tenkidin aslolan amacının, eserin ruhuna hitabeden yönlerinin ortaya konulması ve yaratı hakkında verilecek hükmün de gene bu ruha dayandırılmasını öngörür.
Tefsir, şerh yada tahlil alanlarında Müslüman milletlerin emek harcamaları, Batıya nispetle daha ilkin başlamış olmakla beraber, bilhassa Türk edebiyatında, metin incelemeleri yapılırken bu tarihî tecrübelerden, bu data ve kültür birikiminden zamanında ve kafi seviyede istifade edilememiştir.5
Eleştiri ya da incelemenin edebî bir tür olarak Avrupa’da ortaya çıkması, 17. yüzyıla rastlar. Başlangıçta bir tek aklın kurallarına dayandırılan ve esere neticeleri itibariyle yaklaşılan eleştiri anlayışı, zaman içinde aklın evrenselliği prensibinden vazgeçilmek suretiyle değişikliğe uğramış ve metinde duygusal eleştiriyi ön plâna çıkarmıştır. Aslen sözü edilen her iki eleştiri yaklaşımında da, eserin taşımış olduğu edebî değerinden ziyâde, o eserde görülen tamamlanmamış hususlar ile yanlış noktalara temas edilmiş, bundan dolayı de edebî tenkitten beklenen sonucun ortaya çıkmadığı gözlenmiştir.
Bu mevzuda Prof. Dr. Sadık Tural:
“Eleştirebilmek için, doğru ve sıhhatli düşünmeyi öğrenmiş olmak gerekir. Eleştirme gücü, eleştirme hakkı, eleştirilebilmekten korkmayanların görevidir; eleştirme gücü, düşüncenin gücüyle doğru orantılıdır.” 6
diyerek eleştirmenin donanımına ve ahlâkî yapısına işaret etmekle kalmaz; eleştirinin, keyfilik ve şahsilikten uzak, dizgesel bir anlayışa dayanması halinde sanat ve kültür yaşamına faydasının olacağına da işaret eder.
Türk şiirinin üstüne ciddi bir halde eğilme, edebî bir tür olan edebî eleştiri yöntemiyle onun inceliklerini ifade ve izah etme ameliyesi, Tanzimat’la birlikte görülmeye adım atar.7 Sadece bu zamanda mevzu hakkında meydana getirilen araştırmalar, sıhhatli bir edebî eleştiri numunesinin ortaya konulamadığını; bir kısım edebî mahsuller üstünde meydana getirilen tenkitlerin vukufsuzluk ve haksızlıklarla dolu bulunduğunu ortaya çıkarmıştır.
Vakit içinde yazınsal metinlerin; değişik yapı ve şekiller göstermesi, çeşitli dönemlerin, devirlerin hatta edebî toplulukların görüş ve düşüncelerini ortaya koyması, onların belli ölçülere dayanarak incelenmesini lüzumlu kılmıştır.
Bir metnin incelenmesinde aslolan husus; o metnin değişik bir gözle görülerek tanıtılması; değişik açılardan ele alınıp çözümleme edilmesi ve tanımlanması; belli başlı kıymet yargıları içinde değerlendirilmeye doğal olarak tutmak suretiyle ondan, telkîn edilen “yarar” ve “güzellik” adına yargı çıkarılmasıdır. Bu değerlendirmede, değerlendirilmeye esas teşkil eden eserin belli normlara uygun olmayan noktalarına temas edilebileceği benzer biçimde, o eserin dil, biçim, yapı ve anlam bakımından güzellikleri; görünen anlamının derinliğinde örtülenmiş bulunan varlıklı hayâl dünyası; bediî his ve tefekkürünün dışa yansıyan ince, derin ve güzel duyu tezahürleri ortaya konulmalıdır.
Edebî mahsullerin içinde kısa olmasına karşın, en zor yazılanı, tabiatıyla da en zor izah edilip değerlendirileni kanaatime nazaran şiir san’atıdır. Zirâ Aristo’dan günümüze kadar tarifi bile edebiyat bilimcileri, filozoflar ve bu san’atı bizzat ortaya koyan şâirler tarafınca değişik şekillerde meydana getirilen şiir san’atının, örtülenmiş bediî his, hayâl ve hakîkat iklimine; esrârlı bir lisâna bürünmüş anlam yaşamına yaklaşmak büyük bir sabrı, dikkati, azmi, birikimi, ciddi ve mukayeseli bir emek harcamayı lüzumlu kılar.
Şiirin muhtevâsını teşkil eden bediî tefekkür unsurlarının dile taşınma başarısı Prof. Dr. Sadık Tural’ın ifadesiyle: “hem kavrama enerjisini, hem de eleştirme yetkisini hazırlar.”8
Peyami Safa:
“Eşyada mevcut olmayan şeyleri görmek şiirdir. Büyük, harikulâde, güzel ve mukaddes olan her şey esrâra bürünmüştür. Şiir, sırrın dilidir.” 9
derken dolaylı yoldan ona, o sırrın diline; mevhumlar, mecazlar, kavramlar yaşamına ihtiyatla yaklaşmayı da öngörür.
Mesajını hem yaşamış olduğu, hem de gelecek zamana duyuran bir şâirin şiiri okundukça, okuyan kişilere hâttâ eleştirmenlere nazaran o şiirden değişik anlamların, değişik çağrışımların, değişik duyuş, seziş ve yorumların ortaya çıkmış olduğu bir vakadır.
Prof. Dr. Sadık Tural:
“Şiir, malzemesi dile dayanan sanat eserlerinin en bilmeceli ve en yücesi. Aynı şiir karşısında değişik şeyler duyulabilir, değişik yorumlar yapabiliriz. Şiiri duymanın, görünmeyen noktalarını aydınlatmanın yollarından biri, kim bilir birincisi, şiir tahlilleridir.”10
diyerek, aynı şiir hakkında değişik eleştirmenler tarafınca değişik değerlendirmelerin, yorumların yapılabileceğine işaret eder.
Merhum Ahmet Kabaklı :
“Şiirler, büyük oldukları seviyede hem arka plâna, hem büyük kültüre, hem de ‘sırr’a dayanırlar. Bu unsurları içinde bol miktarda taşımayan eserlere şiir denemez. .Hakiki şiir de aslına bakarsanız, her okuyuşta yeni anlamlar bulduğumuz değerler değil midir?”11
diyerek, hem hakîki şiirin taşımış olduğu unsurların neler olduğuna/olacağına hem de onun her okunuşunda yeni anlamlar ortaya koyabileceğine dikkat çeker.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan:
“Acaba bir san’at eserini hepimiz aynı derecede anlayabiliyor mu? Deneyim gösteriyor ki; bu pek mümkün değil. Bundan dolayı insanoğlu içinde anlayış farkları oluyor. Bu birazcık da san’atkârın çeşitli vasıtaları kullanışından ileri gelen bir neticedir. Kimi zaman san’atkâr, kendisinin de bilincinde olmadığı bir ekip duyguları ifade edebilir.”12 diyor.
Ruhsal yapısı biri birinden değişik olan insanoğlunun, görmüş olduğu, okumuş olduğu, duyduğu bir yaratı karşısında öteki insanlardan değişik duygu ve düşüncelerin içine girmesi, değişik tavırlar, tepkiler göstermesi, değişik ölçülerde hazlar duyması tabiîdir.
Şiirin yapısına sindirilecek bediî tefekkürün, o şiirin dil, muhteva ve biçim hususiyetlerine özgü olan unsurlarla terennüm edilmesi, bu vasıtalarla bir güzelliğin telkin edilmesi şâirin; o şiirin saf güzelliğini telkin eden kapalı, girift ve derin unsurların neler bulunduğunu izah etmek de edebiyat tenkitçisinin görevidir. Bu itibarla edebiyat tenkitçisi; saf şiirin, hakîki şiirin kendisinde bıraktığı derin his ve tefekkür sorumluluğunun ağır yükünü, gücü ve mahareti nispetinde yüklenerek, şâirin solukladığı his, hayâl ve hakîkat ikliminde şâirle aynı havayı solunum edebilmeli ve görmüş olduğu güzelliği, duyduğu hissiyatı, tattığı lezzeti aynı hassasiyetle incelemesinde, yarar ve güzellik adına, güzel duyu bir kıymet olarak ortaya koyabilmelidir.
Zirâ şiir, bilhassa güzelliğe karşı mesuldür ve güzelliğin izini sürer.13 Hissettiren, tebliğden ziyâde telkin eden şiir san’atında, telkin edilen, hissedilen güzelliği sese, söze ve dil âhengine dökmek, onu hissedildiği şekliyle ifade etmek zannedildiği kadar kolay bir iş değildir.
Evet bilhassa bu ifadenin üstünde ısrarla durmak isterim; o eserin ortaya konuluşundaki hissiyatı, aynı derecede hissedebilmek. Tabiri caizse, azca sözle oldukça şeyi bünyesinde barındıran duygu ve fikir dilindeki, ilhamın ve hayretin güzel duyu tezahürlerini soruşturma ve anlama sorumluluğu!
Dıştan içe, şekilden muhtevâya doğru bir yol takip ederek, sabırla şiirin iç yaşamına, ruhuna doğru ilerleme, ondaki estetiği duyma, kavrama ameliyesini gerçekleştirmek! Diyebilirim ki, büyük bir sorumluluğu ve birikimi gerektiren bu iş ve işçilik, edebî tenkidin en zor, en ahlâkî, en felsefî ve en ruhsal yönünü teşkil eder. Bu safhadan sonrasında eleştirmenin görevi, ilim diliyle ve mukayeseli bir çalışmayla şiirden duyduğunu duyurmak, anladığını anlatmak için tahlilini, tespit etmiş olduğu olumlu-olumsuz yönleriyle ve objektif bir bakış açısıyla ortaya koymaktır.
Şâirin duyuş ve düşünüş tarzının bir ifâdesi olan şiir, bir tüm olarak anlaşıldıktan sonrasında, onun teferruatına inmek, şairin namusu olarak telakkî edilen mısra yapısı üstüne eğilmek ve bu suretle parçaları bütüne bağlamak, sanırım eleştirmeni sıhhatli sonuca götürecek en güvenilir yoldur.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın söylediği benzer biçimde:
“Şiirde duygu ve fikir; dil, biçim ve üslûp vasıtasıyla tesirli hale gelir. Fenomonolojik bakımdan da bizlere ilk çarpan katman, şiirin dili ve şeklidir. Bundan dolayı tahlilde onlardan hareket ederek muhtevâya gitmek daha doğrudur. Bununla birlikte, içten dışa, muhtevâdan üslûba gitmek yanlış değildir ve bizi aynı neticeye götürür; yeter ki, nereden hareket edilirse edilsin, şiiri vücûda getiren başlıca unsurlar ve aralarındaki münâsebetler dikkatli bir halde incelensin.14”
Yunus’un hayata bakışı ve dünya görüşü ile, Karacaoğlan’ın hayata bakışı ve onu, o bakış açısından anlaması, ifade etmesi ve değerlendirmesi aynı değildir.
Şiirde; yarar ve güzellik adına bildiri ve hassaten telkin edilen his, hayal, fikir ve düşünce nedir?. Bu bediî tefekkür unsurları, hangi dış ve iç şartların tezahürleriyle ortaya çıkmış, iyi mi duyulmuş ve ne şekilde duyurulmuştur?. benzer biçimde sorularının muhatabı olan, bu sorulara yanıt aramak ve bulmak mecbûriyetini üstüne alan eleştirmen; şâirin, iç ve dış âleminde kopan fırtınaların yönünü, sertliğini, oluştuğu mekânını, zamanını ve sebeplerini bilmezse; öteki bir ifadeyle, her biri ayrı bir his, hayâl ve hakîkat dünyası olan şiirde, ona akseden ruhsal, fizikî ve doğa ötesi yapıyı tanıyıp, tanıtmazsa o eleştiriden sıhhatli bir sonucun alınması mümkün değildir. Zirâ güzel duyu duygu, bir üst dili haline dönüşüp güzel duyu zevki duyurmazsa, şiir, şiir olma hasletini kaybeder.15
Fuzûlî‘ nin:
Mende Mecnûndan füzûn aşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûnun sadece adı var 16
mısralarında kullandığı şiir dilinde; dikkatle seçilen kelimelerin, görünen çıplak anlamlarıyla kalmayıp, üzerlerinde düşünüldükçe mânâya doğru gittikçe derinleştiklerini görmek; keza, şiirin ruhuna nüfuz eden mecazların, temel anlamlarından değişik biçim ve yapılara bürünmüş kavramların, o anlayış ve ifade ediş biçimleriyle ortaya konulması edebî tenkittir.
Olmuş bir yürekten mısralara dökülen duygu sesinin, sözünün güzelliğini; aşk çığlığının acı ve ıstırabını; şâire özgü olan güzel duyu heyecanların derinliğini onunla beraber duymak, idrak etmek, yaşamak, paylaşmak ve bunu aynı duyarlılıkta metnin öteki parçalarıyla birleştirip araştırma/tahlil adıyla değerlendirmek, bundan da yargı çıkarmak!.. İşte edebiyat tenkitçisinin işi.
Bu beytin ilk mısraında geçen “istidâd” kelimesiyle ilgili Prof. Dr. İskender Pala : “istidâd” kelimesi belli bir amaç kastedildiği için oradadır.
“İstidâd” ilk bakışta her insanın zannettiği benzer biçimde kuru kuruya bir “beceri” değil “insanoğlunun doğuştan getirmiş olduğu kabiliyet, bir şeyi kavrama ve kazanma “kabiliyeti”dir. Bu durumda şairin sözünü etmiş olduğu aşk, tıpkı şairlik, müzisyenlik, aktristlik benzer biçimde fıtrî bir beceri meselesi olup herkeste bulunmayabilir. Doğrusu hepimiz âşık bulunduğunu sanabilir, fakat yaratılışında aşk kabiliyeti olanların aşkı daha başka olacaktır. Tıpkı her insanın şiir yazması; fakat gerçek ozan olamaması benzer biçimde. O halde şairin söylediği âşıklık istidâdı bir “Tanrı vergisi”dir. Ve Mecnun’dan daha ziyâde âşıklık ispata bağlıdır.”
diyerek bir bakıma eleştirmeni, mısralarda geçen bir kısım çekirdek kelimelere, mevhumlara ihtiyatla yaklaşmaya; onların edebiyat zamanı içindeki edebî, tasavvufî, dinî anlamlarının üstünde sabırla, dikkatle düşünmeye çağrı etmiyor mu?…
Prof. Dr. Mehmet Kaplan:
“Bir oldukça şeyi umumî ve sathî olarak bilmektense, birkaç şeyi derin surette tanımak, şüphesiz daha iyidir. Doğa âlimi, tabiatı toptan tedkike kalkmaz. Ufak ve münferit bir hadiseyi yada varlığı inceler, ondan umumî hükümler çıkarır.”17
diyerek elde bulunan bir metnin derinliğine inilmesine, tüm yönleriyle ortaya konulmasına işaret eder.
İnsanı, tabiatı, yaşamı ve hadiseleri edebî bir dil ve güzel duyu coşku duyarlılığı içinde ifade edebilen bir metnin, mecaz ve duygu dünyasından, imajlarının ufkuna inmek, o metnin derinliğine nüfuz etmek sadece, o edebî yaratı üstünde belli usul ve esaslara nazaran yapılacak araştırma metoduyla mümkün olmaktadır.
Eleştirmen, incelemiş olduğu yada inceleyeceği eserin edebî değerinin bulunup bulunmadığını; metnin özüne sindirilmiş millete ilişik kıymet yargılarının olup olmadığını; metinde, toplumun faydadan güzele, maddeden mânaya doğru akıp giden güzel duyu heyecanlarının ele alınıp alınmadığını dizgesel bir halde ortaya koymak ve bu hususta seçici olmak mecburiyetindedir.
Burada eleştirmenin yapmış olduğu iş, tahlili meydana getirilen şiirin okuyucu tarafınca daha yakından tanınmasını sağlamak, onun bir ekip semboller, mazmunlar, mefhumlarla örtülenen düşünce, his, hayal ve hakîkat dünyasındaki edebî güzelliğini anlaşılır kılmak, devrinin güzel duyu anlayışına uyup uymadığı hakkında objektif bir yargı çıkarmaktır.
Şiirin biçim, mânâ ve dil yönünden derin bir seziş ve anlayış kabiliyetiyle değerlendirilmeye doğal olarak tutulması; o eserin okuyucu tarafınca sevilmesine, öteki eserlerle mukayesesinin yapılmasına, fertten topluma doğru bir seyir takip ederek devrin sanat ruhuna ilişik şevk, zevk ve heyecanların ortaya çıkmasına da zemin hazırlar.
Bu mevzuda Prof. Dr. Mehmet Kaplan:
“San’at eserinde bahis mevzusu olan bir tek muhteva değildir. San’at eserinde şeklin, yapının, görüntü sisteminin, şiirse sesin hasılı oldukça çeşitli unsurların görevi vardır. Değerlendirirken bir tek muhteva değerlendirilmez. San’at eserinin tüm unsurları değerlendirilir. Değerlendirici hükümlere gitmek mümkün müdür derken; yanıt normal olarak mümkündür olmalıdır. Aslına bakarsan tahlilden maksat, edebî eseri idrak etmek ve değerlendirmek anlamına gelir.”18
diyerek düşüncelerimize aynı açıdan ışık tutmaktadır.
Şiir tahlillerinde, incelenen şiirle alâkalı hepimiz tarafınca kabul görecek ortak bir kısım görüşleri saptamak, bu değerlendirmeler sonucu kat’i neticelere ulaşmak devamlı mümkün olmayabilir. Edebî tenkitte, bu ve buna benzer sonuçlar eleştirmeni yeise düşürmemelidir.
Şâir; insanoğlunun ve tabiatın çeşitli görünüm, biçim, hal ve davranışlarının tezahürlerine dayanarak duyduğu bediî tefekkürü; tabiattaki renklerden, hareketlerden, seslerden etkilenerek ulaşmış olduğu güzel duyu heyecanı, şiirinde açıkça ortaya koymaktan ziyâde, bir ekip mecazlar aracılığı ve semboller yöntemiyle terennüm eder. Şâir bu şekilde, şiirinde işlediği mevzu ile âlakalı zevk aldırıp coşku uyandırarak, bildiri ve telkin edeceği faydaya, güzellik ve mükemmeliyete ulaşır. Sadece, şiirde söz mevzusu edilen bu yarar, bu güzellik duygusu nedir?.. Şiirden beklenen bu unsurlar, o şiirin hitap etmiş olduğu cemiyetin bu sahadaki heyecanlarını, kabullerini, zevklerini hattâ kıymet yargılarını ne derecede yansıtmaktadır?.. Şiirden beklenen yarar ve güzellik duygusu, okuyucuya iyi mi, hangi yoldan, ne şekilde ve ne kadar yansıtılmıştır?… Nihayet o edebî yaratı, devrin ruhuna nüfuz eden güzellikleri terennüm edebilmiş midir?.. Büyük bir kültür ve medeniyetin san’at anlayışına ses ve nefes olabilmiş midir?… Tarzındaki soruların cevabı sadece, o eserin her cephesinin ele alınması, anlaşılıp tahlil edilmesi suretiyle vuzuha kavuşur.19
Bu itibarla eleştirmenin görevi; şâirin, büyük bir kültür ve medeniyetin güzel duyu anlayışı ve kabulleri olan şiirinde, okuyucuya bildiri ve bilhassa telkin etmiş olduğu mesajı, bütünüyle kavraması, sezinlemesi ve bunu şâirin şiir âleminde ifade edebilmesidir.
Her insanoğlunun dolayısıyla her şâirin “güzel” ve “güzellik” anlayışı farklıdır. “Sanat Tanrı’ı aramaktır.” diyen, “mutlak güzel”in hasretini her mısraında terennüm eden bir şâirin şiirinde güzellik, ulvî ve ilâhî bir güzel duyu kıymet olarak görünürken, başka bir şairde bu güzellik anlayışı insana, tabiata, eşyaya önem vererek değişik şekillerde tezahür edebilmektedir. Bu durum büyük seviyede şâirin içinde yaşamış olduğu kültürle, mensubu olduğu medeniyetin ortaya koyduğu dünya görüşüyle alâkalıdır. Zirâ mensubu olduğumuz İslâm kültür ve medeniyetinin şiir sanatına özgü olan güzellik telâkkisi; güzelliği bu kaynağın haricinde değişik yerlerde arayan, değerlendiren her türlü edebî topluluktan, akımdan, devirden ayrı olarak insanda, tabiatta ve kâinatta “Tanrı’ın cemal sıfatını arayarak yol almaktadır.”20
Sûfîlere söyleşi gerek ahîlere ahret gerek
Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni 21
diyen Yunus‘un güzellik anlayışında; Tanrı’a (cc) olan derin bir inanç, O’na duyulan samimi bir sevgi ve muhabbet ile derin bir aşk iştiyâkında “fenâ fillâh” mertebesine ulaşmak vardır. Yunus, dünya ve ahret nimetleri karşısında ilkin şaşkınlık ve hayranlığını gizleyememiş, bilâhare bu duyuş ve düşüncesinden vazgeçerek Tanrı’tan (cc) bir tek “Mutlak Güzellik” talebinde bulunmuştur. Bundan dolayı şiirin dışındaki güzel sanatların derhal hepsi, evrensel bir kimlik taşımalarına karşın şiir; dil, ses, uyum, ifade ediş tarzıyla olduğu benzer biçimde duyuş ve düşünüş yapısıyla da millî bir hüvîyete haizdir. Sadece, şiirin muhtevasına taalluk eden bu millîlik, şiirin dil ve biçim/biçim unsurları kadar kati ve kalıcı değildir. Zirâ başlangıçtan bu yana menşei dine dayanan şiirin, muhtevasını vücûda getiren bediî tefekkür unsurları, çoğunlukla “inanç” benzer biçimde evrensel bir kimlik taşımaktadır.
Şâirliğinin yanında hem de büyük bir mutasavvıf olan Yunus‘un: “Yaratılmışı seveceksin yaratandan dolayı” sözüne dayanan “insan sevgisi”nin, “insanlık anlayışı”nın ya da: “Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni” mısraındaki ilâhî aşk iştiyakının evrenselliği tartışılamaz. Bu itibarla eleştirmen, şiirin esas unsuru olarak ortaya çıkan “yarar”, “güzel” ve “güzellik” kavramlarının yüklendiği duygu, hayal ve hakîkatin membaını iyi belirleme etmeli, dış yapıdan içe önem vererek o şiir denilen esrârı, o tefekkürün dilini, her cephesiyle görmeli, anlamalı ve tespit etmiş olduğu temel fikri edebî kıymet olarak ortaya koymalıdır.
Dr. Rıfat Araz, Şiir İncelemesi, Alp Yay., Ankara 2005, S.25-32. Edebî Eleştiri
1)Tâhir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati,(Yay. Haz.Kemâl Edip Kürkçüoğlu) Enderun Kitabevi,İst.,1973,s.163.
2 ) Prof. Dr. Metin AKAR, Su Kasidesi Şerhi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2000, s.13,14.
3 ) Tâhir-ül Mevlevî, age. ,s.163
4 ) Tâhir-ül Mevlevî, age,s.163
5 ) Prof. Dr. Metin AKAR, age ,14.
6) Sadık TURAL, “Düşünmek,Eleştirmek ve Eleştirilmek Bir İhtiyaçtır.” Bilge, Gösterim Tanıtım Tahlil Eleştiri Dergisi, Mustafa Kemal Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, Bahar 2000,S.24, s.4
7) Doç. Dr. İbrahim KAVAZ, “Edebiyat ve Eleştiri”, Bizim Külliye,Üç Aylık Kült. ve Sanat Der.,Elazığ,2001, Yıl,3,,S.8, s.11-13.
8) Sadık TURAL, “agm” s.5
9) Peyami SAFA, Sanat Edebiyat Eleştiri, (Der.: Ergun Göze), Ötüken Yayınevi, İstanbul ,1970, s.126.
10) Dr. Sadık K.TURAL, Zamânın Elinden Tutmak, Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul, 1982, s.114.
11) Ahmet KABAKLI, Şiir İncelemeleri, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul,1992, s.3.
12) Etem ÇALIK, Edebî Mülâkatlar, Ötüken Neşriyat, A.Ş., İstanbul 1993, s.97
13) Berna MORAN, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, No:1717, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, 1972,s.250
14) Prof Dr. Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadar,İstanbul,1969, s.VII. ) Etem ÇALIK, Edebî Mülâkatlar, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul,1993, s.98.
15) Berna MORAN, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, No:1717, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, 1972, s. 248.
16) Necmettin HACIEMİNOĞLU,Fuzuli, Toker Yayınları, İstanbul, 1972, s.82.
17) Prof Dr. Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadar,İstanbul,1969, s.VII.
18) Etem ÇALIK, Edebî Mülâkatlar, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul,1993, s.98.
19) Mehmet KAPLAN, Tanpınar’ ın Şiir Dünyası, Dergâh yayınları, İstanbul 1983, İkinci Baskı,s.59.
20) S.Ahmet ARVASİ, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Türkmen Yayınevi,İstanbul,1982, s.109.
21) Faruk K.TİMURTAŞ, Yunus Emre Divanı, Tercüman 1001 Temel Yapıt,1, s.153