Edip Cansever (d. 8 Ağustos 1928, İstanbul – ö. 28 Mayıs 1986, İstanbul) Ozan, yazar.
Edip Cansever, Kumkapı Ortaokulu’nu, İstanbul Adam Lisesi’ni tamamladı (1946). Bir süre Yüksek Tecim Okuluna devam etti, sonrasında ayrılarak ticarete atıldı. 1976’da ortağına devredinceye kadar babasının Kapalıçarşı’daki dükkanında antikacılık yapmış oldu. Beyin kanaması geçirdiği Bodrum’dan İstanbul’a getirildiyse de kurtarılamadı. Mezarı Rumelihisarı’ndadır.
İlk şiiri İstanbul dergisinde yayımlandı (Fikir, Mart 1944). Bu ilk denemelerini, ilkin Acayip tesirindeki yaşama sevincinin dile getirilmiş olduğu şiirler, sonrasında İkinci Yeni akımı içinde örneksiz örnekler izledi.
Her kitabında kendini yenileyerek, toplumda en iyi tanımış olduğu çevreyi ve bu çevrenin insanlarını anlatmak, bir bakıma onların içlerini dışa çevirmek (Mehmet H. Doğan) istedi.
Değişik bir söyleyişin, imge düzeninin egemen olduğu şiirlerinde modern insanoğlunun yabancılaşmasını düşünsel yanı ağır basan bir anlayışla işledi, yaşanmış olan gerçekliği belli bir dünya görüşüyle irdelemeyi amaçladı.
Memet Fuat’ın değerlendirmesiyle, “Edip Cansever de, Turgut Uyar şeklinde, oldukça sesli bir şiirin yaratıcısı oldu. Özgünlüğü kendisinden esinlenenleri damgalayıp ‘taklitçi’ durumuna düşürecek boyutlardaydı. Bu yüzden tek kaldı. Bir ara yanına sokulur şeklinde olan Ahmet Oktay da tehlikeyi sezince derhal uzaklaşmak gereğini duydu.
İkinci Yeni içindeki yeri, anlama verdiği önemle, Turgut Uyar’a yakındı. Anlatılamayan, anlatılamadan kalan şeyleri bulup çıkarmaya, anlatmaya çabaladı. Orta malı edilmemiş anlamlan bir tek insanoğlunun iç dünyasında değil, yaşamın çeşitli dış görünümlerinde de yakalamayı başardı.
Soluklu uzun şiirlere eğilim duydu. Geleneksel şiirin değişmez kuralı olarak görülen ‘yoğunlaştırma’ya, şiiri yakalamak için sözü sıkıştırmaya yakınlık duymadı. Kimi vakit mısra yapısına asla ehemmiyet vermedi. Gereksiz görülen bir sürü çizgi içinden en güzel deseni çıkanveren bir ressam şeklinde yöneldi şiirsel güzelliklere.”
Şiirlerinde “otel” metaforunu sıkça kullandığı için edebiyatımızda “Oteller Şairi” olarak anılmıştır.
En meşhur şiirlerinden önde gelen “Sera Oteli” için Salah Birsel “Bu şiir Cansever’in portresidir” demiştir. Edip Cansever’i İkinci Yeni topluluğunun öteki isimlerinden ayıran en mühim farklardan biri, mısra alışkanlığını tamamen kırmış olmasıdır.
II. Yeni şiiri genel özelliklerde de değinildiği suretiyle şiirde öyküleme tekniğine şu demek oluyor ki uzun uzun anlatmaya karşıdır fakat Edip Cansever’de bu durum birazcık farklıdır. Bu sebeple Edip Cansever; öyküye, tasvire ve diyalog seçimi ifadelere şiirlerinde sıkça yer vermiştir. Bu yüzden de Edip Cansever’in metin hacmi oldukça fazladır.
Nerde Antigone, Tragedyalar, Çağrılmayan Yakup adlı eserleri teatral anlatımın görülmesi açısından önemlidir. En meşhur eseri Yerçekimli Karanfil‘dir.
Tüm şiirleri “Sonrası Kalır I – II” adlı eserinde toplanmıştır.
Edip Cansever’in Eserleri:
ŞİİR:
- İkindi Üstü (1947),
- Dirlik Düzenlik (1954),
- Yerçekimli Karanfil (1957),
- Umutsuzlar Parkı (1958),
- Petrol (1959),
- Nerde Antigone (1961),
- Tragedyalar (1964),
- Çağrılmayan Yakup (1969),
- Kirli Ağustos (1970),
- Sonrası Kalır (1974),
- Ben Ruhi Bey Nasılım (1977),
- Sevda ile Sevgi (1977),
- Şairin Seyir Defteri (1980),
- Yeniden (bütün şiirleri, 1981),
- Bezik Oynayan Kadınlar (1982),
- İlkyaz Şikâyetçileri (1984),
- Oteller Kenti (1985).
DÜZYAZI:
- Gül Dönüyor Avucumda (Ölümünden sonra 1987)
- Şiiri Şiirle Ölçmek
ÖDÜLLERİ:
- 1958 Yeditepe Şiir Armağanı Yerçekimli Karanfil ile
- 1977 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü Ben Ruhi Bey Nasılım ile
- 1982 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü Yeniden ile
KENDİLERİ
Babamın Kapalıçarşıdaki dolabında (O zamanlar bugünkü gibi dükkanlar sayılıydı. Yerden yüksekçe minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı.) ticarete başlıyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten. Ne var ki, başkaca çıkar bir yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem de ev geçindirmek zorunda, hem de şiire tutkun. Neyse ki bir kaç yıl sonra büyük Kapalıçarşı yangınıyla dükkanım kül oluyor. Asma katlı bir başka dükkana geçiyorum. Ortağım iyi yürekli bir insan. O satışları yönetiyor, bense asma katla okuyup yazıyorum. Şiirle gerçek dostluğumuz o tarihlerde başlıyor ve yirmi iki yıl sürüyor. Ondan sonrası evimde, odamda, kitaplarımın arasında ..
Bir gün .. Evet, bir gün Tanpınar şiirlerimi görmek istiyor. 17-18 yaşlarımdayım. Tünel’deki Narmanlı yurduna gidiyorum. Bana kocaman bir çay fincanıyla kahve sunuyor. Gene kocaman masasına oturup gözlüğünü taktıktan sonra, hiçbir bıkma belirtisi göstermeden bütün şiirlerimi okuyor. Okuması bittikten sonra başını kaldırarak (iyice aklımda) ilk cümlesini söylüyor:
“Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel. Ama hiçbiri şiir değil!” Tabi bu yargı iyiden iyiye yadırgatıyor beni, gene de anlamış görünerekten çıkıyorum dışarı. Çıkmadan daha başka şeyler de söylüyor. Neden ölçülü uyaklı yazmadığımı soruyor bir ara. Bense, sorusunu gene kendisi yanıtladığı için sadece susmayı yeğliyorum. Sonra odanın ortasına bir sürü resim yayıyor. Uzun uzun resime nasıl bakılacağını anlatıyor. Resim üzerinde çok durmamı, resmi çok sevmemi öğütlüyor. Şu kadarını eklemek isterim ki, sonradan kitaplarını okumam bir yana, Türkiye’nin en kültürlü sanatçılarından biriyle karşılaştığımı daha o gün anlıyorum. (Türkiye Yazıları, sayı 3, 1977).
***
Edip Cansever’in Şiirlerinden Örnekler
YERÇEKİMLİ KARANFİL
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.
MASA DA MASAYMIŞ HA
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
MENDİLİMDE KAN SESLERİ
Her yere yetişilir,
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama,
Çocuğum beni bağışla,
Ahmet Abi, sen de bağışla..
Boynu bükük duruyorsam eğer,
İçimden öyle geldiği için değil,
Ama hiç değil.
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer.
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.
Suyunda yüzen balığa,
Toprağını iten çiçeğe,
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine.
Konya’nın beyaz,
Anteb’in kırmızı düzlüğüne benzer.
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir,
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları,
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer.
Sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne,
Camcının cam kesmesine,
dülgerin rende tutmasına,
Öyle bir cıgara yakımına,
birinin gazoz açmasına,
Minibüslerine, gecekondularına,
Hasretine, yalanına benzer.
Anısı ıssızlıktır,
Acısı bilincidir,
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan.
Gülemiyorsun ya, gülmek,
Bir halk gülüyorsa gülmektir..
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden,
Dirseğin iskemleye dayalı
– Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben –
Cıgara paketinde yazılar, resimler..
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık.
Sevmen acele,
Dostluğun çabuk.
Bakıyorum da şimdi,
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir.
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar,
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası,
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında,
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen.
Kadının ütülü patiskalardan bir teni,
Upuzun boynu,
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
Uzaktan uzaktan domates, peynir keserdi sanki.
Sofranı kurardı,
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı,
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi,
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeletecek ellerini
işlerdi bir dantel gibi.
O çocuklar büyüyecek,
O çocuklar büyüyecek,
O çocuklar..
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi,
Umudu dürt,
Umutsuzluğu yatıştır.
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler.
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi.
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse,
Çocuklar, kadınlar, erkekler,
Trenler tıklım tıklım,
Trenler cepheye giden trenler gibi.
İşçiler,
Almanya yolcusu işçiler,
Kadınlar,
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi.
Ellerinde bavullar, fileler,
Kolonyalar, su şişeleri, paketler.
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler.
Ah güzel Ahmet Abim benim,
Gördün mü bak,
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket.
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile.
Gelse de,
Öyle sürekli değil,
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün,
O kadar çabuk,
O kadar kısa,
İşte o kadar..
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar?
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?
Mendilimde kan sesleri.
SERA OTELİ
I
Üç çiçekten birini sevdiriyorum yakama: Zakkum
Üç sokaktan birini seçiyorum kendime: Şunu
Üç alandan hangisini mi: İşte
Ve
Geçmiş mi, gelecek mi, şimdi mi
Diye bir ‘dalıp gitme’ tamamlarken ivmesini
Duyuveriyorum seslerini yakından
Oldukça yakından -ama belli belirsiz-
İşte zaman, diyordu üç yaşlı kavas
Üçü de bir ağızdan: İşte zaman
Bir park kanepesinde oturmuşlar da
Konuşup duruyorlardı aralarında. Sanki
Durgun bir öğle sonuymuş da ortaçağ
Şimdiki gibi
Azıcık bir vakit kalmışmış akşama.
Görüyordum bense
Duyumsuyordum da
Üç kavasın üç ayrı yüzünde
Üç yalnızlıktan herbirini:
1. Yaşamı soruyordu kendine biri
Bir flavta eşliğinde bir başka flavta gibi.
2. Öyleydi, o idi, sanki
Gül içinde bir sümbülün iç çekişi.
3. Kim bilir kaç yaşında tanıdım onu
Sevdimdi tam otuzunda
Yitirdimdi on sekizinde bir genç kız iken
Şimdi belki yaşamadı hiç
Ya da
Bölündü bölündü bölündü
Denizlerden berkitilmiş bir deniz bıçağıyla
(1. Başındaki sarı gül eksik. Neden? Sarı gül yerin-
deyse kendisi nerde? Unutulmaya çizilmiş bir de-
sen miydi yoksa? Hayır, unutulmaya değil, başka-
lığa. Başkalık! kendini sorardı kendine hep, başıyla
bir şeyler çizerekten boşluğuna. (Ey gökyüzü neden
böylesin?) Flavta flavta flavta! Bir tını olsun yok
mu? Yok! Her şey kaçınılmaz bir ayrılıktı çümkü.
Her şey bir belirsizlik, bir yanıtsızlık, bir… Yani bir
avucumuz hep öteki avucumuzda. Öyle değil mi?
Öyle değil mi Sara?
2. Sümbüllerden bir vakit miydi, neydi. Yüzündeki
bir dakikayı masaya iliştirir, cibinlikli karyolasına
atardı herhangi bir saniyeyi. İsterse tutardı iki gaz
lambası arasında ve yansıtırdı günlerce bir hüznün
gittikçe ölen mavisini. Öyleydi. Bir dudak büküşüyle
aşkın doğasını ölçer ölçer ve üzünçler biriktirirdi.
Ve yetinmezdi. Buğulu bir cam imgesini eliyle siler
gibi yaparak ister ister isterdi. Haklıydı. Çünkü biz
iki ayrı kavimdik de sanki, sınırlarımıza gelince…
nedense bir bilinmezlikti…
3. Sahnede olsun; yanımda, karşımda olsun; geniş bir
alanın yüzlerce merdiveninden birine oturmuş ya da
öğle sıcağında bir terasta cin içiyorken olsun, sanki
bir yersizliğe sığınırdı boyuna. Ve bir devinim tersliğine
Makyajını mı tazeliyor, elinde bir fırça, evimizin bahçe
parmaklığını boyuyor olurdu bir yandan da.
Adım adım denize girer gibi giyinirdi ve hoşlanırdı
bundan ayrıca. Sırtını dönmüş, bir şeyler yazıyor
sanırdınız bir kâğıda -yazmazdı pek- bakardınız ki
sonra, kan içinde bir parmağı, ona dalmıştır yepyeni
bir olayın ayırdına varmışcasına. Hiç mi hiç, yatkın
değildi kusurluluğa da (işte en yalınından bir kemerle
renkli çoraplar ve simli ayakkabılar yan yana) . Ve ne-
dense bir zamansızlıktan gelirdi sanki, öperdi hafifçe
dudaklarımdan, dönerdi yeniden o zamansızlığa.
Yüzyılların tortusundan yaratılmış gibiydi. Yüzüyse
her çağa uygun bir yüzdü. İç çekişi ilkel bir gülüm-
semeyle kucaklaşırdı, ağlaması çok eski bir şarkıyla.
“Uzaklardan geldin, atını değiştirdin, yeniden uzak-
lara gittin, geceyi bir handa geçirdin, uyanınca baktın
ki yola çıktığın yerdesin,” derdi. Ve derdi: Ayrılıklar
tanışmamış gibi olmanın gene de bir suretidir.
Ey suret! neden iki kişisin?)
II
Bilmem ki hangi yıldı. Karışık bir akşamüstüydü. Bir panayır ölüsünü andırıyordu kent. Kar yağıyordu sürekli. İçimize yağıyordu, dışımıza yağıyordu. Oysa bir otel odasında, odanın varlığına duruşlarımızı uydurmuş, bir ‘uzak-yakınlığa’ koşullanıyorduk. Karşımda duruyordun, hemen karşımda. Çok uzun bir yolculuktan yeni dönmüştün. Yani kendinin bir o kadar uzağına düşmekten. Saçlarınl
……….
……….
ADSIZ BİR ÇİÇEK
Rengini dünyaya ilk defa sunan
Adsız bir çiçek gibi parlıyorsa gözlerim
Sevgilim
Bana ‘sen bir şairsin’ dediğin zaman.
Yalnız sana yazıyorum bu şiiri
İstersen bir şiir gibi okuma
Çünkü her yıl yeniden yazacağım onu
Soğuklar başlayınca havalanıp
Millerce yol katettikten sonra
Güneyi tadan bir kuşun sevinciyle.
Ve yazmış olacağım bir de
Her dönemde her çağda
Sevdanın kendine özgü diliyle.
AŞKLAR İÇİNDE
Denizin en az yeri bir köpüğü başlatıyor
Yürüyorum kumların çakılların yanı sıra
Yüreğimde bir sancı
keskin bir akasya kokusundan
Avuçlarımda bir yanma
Büyüyen bir ürpertiyim sanki,
kayıp gidiyorum üstünde sabahın
Oldu olacak
Eğilip bir taş alıyorum yerden,
fırlatıyorum denize
Ufacık bir gülüş geçiyor suyun üzerinden
Bir çocuğun gülüşü gibi
Aşkların, nice aşkların ayrılık günü gibi
Bir sokağın ucunda kaybolup solan
Daha çok solan,
aşkların solgunluğu suyun üzerinde
Korularda yoğun bir erguvan sisi.
Hisarlı balıkçı ağlarını ayıklıyor
Ağları pembeden hüzne giden
Dip sularında mercanlar gibi koyulaşan
Kirpiksiz gözleri böyle daha güzel
Çil basmış yüzünü bütün
Parmakları capcanlı, pavuryalar gibi
Merhaba, desem bir kucak balık atacak önüme
Biliyorum atacak
Böyledir memleketimin yoksul halkı
Bir onlarda rastladım bu cömertliğe
İstavritler kıpır kıpır dibinde sandalının
Balık dedin mi, oynamaz gözleri hiçbirinin,
tertemiz bir resim gibi
bakarlar insana
Günlerce bakarlar,
bıraksan yıllarca bakarlar belki
Gözlerin gibi senin, yıllardır unutamadığım
Ve bu yüzden olacak
düşünmedim şimdiye kadar
bir balığın ölebileceğini.
Hızar sesleri geliyor yakından,
güneşin döndüğünü görüyorum
Çınar yapraklarının arasında yeşil yeşil
Yeşille sarı birlikte dönüyor
Denize düşüyorlar kırıla kırıla
Bir örtü oluyor düşündüğüm her şey
denizin ve asfalt yolun üstünde
Gözyaşları bir örtü, onurla cesaret bir örtü
Senin upuzun gövden – kapkara saçlarınla –
Daha da uzun şimdi bir örtü olarak
Denizin kıvrımlarında aşka hazırlanıyor
Göğe düğmeler gibi yapışmış kirazların altında
Yıllar var ki unuttuğumu sanırdım bu örtüyü ben
Sevgiyi bilmezdin de ondan,
sevişmeyi bilirdin yalnızca
Birtakım sözler de bilirdin,
niye saklamalı, en ustalıklı sözlerdi onlar.
Ama bak
Kaybolup giderdi herbiri,
karşılaştılar mı bir yerde şiirle
Aslına bakarsan
en güzel aldanmaları yaşadık seninle biz
Hatırlıyorum da öyle.
Tepelerde otlar yakmışlar,
kuzular dolaşıyor dumanların arasında
Bir kızla oğlan geçiyor,
birbirilerine iyice sarılmışlar
Kızın ağzında ince bir dal parçası
Dalın ucunda bir tomurcuk,
ağzıyla, dudaklarıyla beslemiş sanki onu
Öylesine bilmek istiyorum ki ne konuştuklarını,
ama duymaktan korkuyorum gene de
Söyle, en son nerde görmüştüm seni
Böyle dumanlar vardı gözlerinde,
boynunda bir de
Şimdi gene var
Bileklerinde, bileklerinin renginde
Dudaklarında, dudaklarının
Gözlerinin dolar gibi olması renginde ve
Yorgunsan bir kıyı kahvesinde dinlenirkenki
Üşüdüğün, başını omzuma koyduğun,
sonra elele
Bir aşkı yaşamak,
bir aşkın bilinmesinden bambaşka değil miydi
Ve bu ikisini ayıran duman,
yani bir aşkı bizim yapan
Bu dumanların hepsi gibi varsın şimdi de
Acele etme, yoksun belki
Ben herşeyin bir bir yok olmasına
o kadar alıştım ki
Ve her şeyin bir bir varolmasına
o kadar alışacağım ki
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek.
Küçüksu çayırını şantiye yapmışlar
İşçiler beton döküyor,
demir eğiyor, zift kaynatıyor
Vakit öğleyi geçti çoktan,
yemeklerini yemiş olmalılar
Coca-Cola’ya doğrayıp ekmeklerini
İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz
Ben görür müyüm bilmem,
ama kuracaklar mutlaka
Coşkuyla çakacaklar her çiviyi,
türkülerle dökecekler betonu
Ve onlar
Onlar, diyorum sadece
Bir yolculukta karşılıklı konuşan adamların
Parmak uçlarındaki sigaralar gibi şaşkın
Bilmeden ne yapacaklarını
Anlayacaklar ne kadar güçsüz
Ne kadar zavallı olduklarını
Vakit öğleyi geçti çoktan.
Bir tanker geçiyor şimdi de
tam akıntının ortasından
Baştanbaşa gül rengi
Kimseler görünmüyor içinde
Neden görünmüyor, bilmiyorum
Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına,
fabrikalara petrol taşıyor
Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de
Yılların, yüzyılların
Bitmeyen vahşetini ateşlemek için
Sanki bu yüzden
kimseler görünmüyor ortalıkta,
utançlarından
Utancı bilerek yaşamak korkunç
Daha korkuncu da var:
utancı bilerekten yaşatmak
Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.
Pembeye dönük bir aydınlık,
yağıyor usul usul
Bir poyraz çıktı hafiften,
kuzeye çevrildi teknelerin burnu
Ve güneş kaydıkça kayıyor batıya doğru,
birazdan kan kırmızı bir gök buğulanacak
Birazdan kan kırmızı
bir akşam yağmuru da dökülebilir
Neler neler olabilir birazdan
Bir uçak geçiyor yaldızdan bir iz birakarak
İçindeki mutlu yüzleri düşünüyorum
Bir hüzün basıyor gene, ne kadar istemesem de
Çabuk geçiyor
Nerede okumuştum, hatırlamıyorum şimdi,
biri mi anlatmıştı yoksa
Mahpusunu kıskanan bir gardiyanı
Ve düşün sevgilim,
mahpusunu kıskanan bir gardiyan düşün
Ne kadar acı bunlar
Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir
Birazdan akşam olacak sevgilim
Bütün heybetiyle akşam olacak
Sevgilim, diyorum,
oysa kimsecikler yok yanımda
Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi
Bildiğim bir şey varsa
O kadar yeni bir anlamda
söylüyorum ki bu kelimeyi
Unutup birden zamanı ve yeri
Onunla bir günü kutluyorum coşarak
Onunla bir günü kutluyoruz sanki…
BEN BU KADAR DEĞİLİM
Ben bu kadar değilim,
Kışlada ölü bir zaman.
Bir güzel at durdukça gider,
Gittikçe döner bir güzel at, durdukça
Askerim, benim ağzım kuşlardan.
Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan,
Dalları sormuyorum dallardan, daha iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari alayından,
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan,
Gözlerim ormanlara asılı,
Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan,
O kadar geçiyorlar ki, sadece duyuyorum,
Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.
Ben bu kadar değilim,
Kışlada ölü bir zaman…
Diğer Konular
Cumhuriyet Dönemi Akımlar