Ve beklenen oldu! Dere nihayet gözüktü. İnci Taneleri’nin 13. bölümünde diziye dair mühim sis bulutlarından biri ortadan kalkarken genç oyuncu Sera Kutlubey diziye Dere Yücedağ olarak giriş yapmış oldu. Azem’i ve Özgür’ü uzaktan takip eden, Dere’e adım adım yaklaşan Azem, ne kadar adım atsa da Dere onun en azından şimdilik bir adım önünde olacak benzer biçimde… Fakat fragmandan anlaşılacağı suretiyle Dere’in bir adım önde olması Azem’e {hiç de} yaramayacak benzer biçimde duruyor zira diziye dair yaygın bir teorinin iyi mi şekilleneceğini vakit gösterecek.
Zira diziler, filmler aslen böyledir. Bazı teoriler kaba eylemi ortaya koysa da o noktaya iyi mi gidildiği, yol üstünde neler yaşandığı ve nihai aydınlanmaya vararken karakterlerin iyi mi insanlara dönüştükleri aslolan sorun. Şu demek oluyor ki bir sonraki bölümde “Hande’yi Dere öldürmüş, suçu da Azem üstlenmiş” teorisi gerçeğe dönüşse ne olur ki? Olayın iyi mi olduğu, bunun iyi mi ortaya çıkacağı, karakterlerin bu duruma iyi mi tepki vereceği ve ortaya çıkan durumların karakterleri ve aralarındaki ilişkileri iyi mi etkileyeceği daha büyük sual.
Ve bu sual, dizinin ana öyküsündeki tansiyonu belirleyecek benzer biçimde.
Yan öyküler içinde ise en fazlaca merak mevzusu olan normal olarak Azem’in gönül işleri. Azem, Dilber’le olan ilişkisine mesafe koymaya karar verdiğinden bu yana Dilber adeta türbülansta. Hatırlanacağı suretiyle dizinin 12. bölümünün sonunda Azem, “Artık aşk bir sevgi meselesi değil; bir gereksinim meselesi … Ali artık Ayşe’yi sevmiyor. İhtiyaç duyarsa arar” yargısında bulunuyordu. Geçmiş yazılarda Dilber’in Azem’e, Azem’in de Dilber’e iyi mi gereksinim duyduğunu konuşmuş ve bu duruma tanıklık etmiştik. Daha ilk bölümde Dilber ve Azem sarılırken “ikisinin de buna fazlasıyla gereksinim duyduğu” aşikardı.
Bununla beraber Dilber’in Azem’e ya da adının Azem olmasının bir önemi yok stabil bir figüre yaşamını tekrardan kurarken ciddi anlamda ihtiyacı var. Bunu geçen bölümde mesela emlakçı sahnesinde ya da bu bölümde Yıldız’la oldukça mantıklı iş planlarını hayata geçirirken tefecinin kapısını çalmayı pek de garipsemiyor olmalarıyla görüyoruz. O hiçbir işi de çözmeyecek 100 bin liranın başlarına dert açacağı şüphesiz. Bunu anlamak için senaryo matematiğinden birazcık idrak etmek kafi. Ne demiştik yukarıda? Bu belanın nasıl sonuçlanacağı ve iyi mi geleceği mühim! Potansiyel belalara bir bakalım mı?
Bela 1: Bu noktadan bakarak birkaç tetikleyici unsura ve vakaya değinelim. Nusret’in (Rıza Kocaoğlu) hapisten çıkması tüm izleyicilerin de kavradığı (hatta Güngör Hanım, Nusret’i paylayarak yüreklere su serpti) benzer biçimde iyiye işaret değil. Eğer Özgür’ün söylediği benzer biçimde Nusret, “mahallenin delikanlılarına bir şey olmasın diye hapse girdiyse” bunun bir karşılığı olacaktır.
Bela 2: Tabip Elif’in Reyyaz’ın kızı çıkması. Bu durumun ikilinin ve doğal ki aslen Özgür’ün başına bela açacağı açık.
Bela 3: “Yorgancı” adlı tefeci ve saz arkadaşları.
Bela 4: Zahir… Ya da daha doğrusu Zahir’in son bölümde tanıklık ettiğimiz suretiyle iyiden iyiye kendini kaybediyor oluşu…
Bela 5: Piraye’nin konuşma yapmış olduğu bölümden hatırladığımız suretiyle Dere de ordaydı. Dere ve Piraye’nin tanışıyor olmaları kuvvetli küçük bir ihtimal. Hatta burada Piraye’nin kardeşleri bile bu girift meselenin birer parçası olabilir ve Azem’in canını sıkabilir.
Bölümün vurucu noktalarından biri de Azem’in dostları Nergis ve Kasım’ın arasındaki dargınlığı bitirmesiydi. Dizinin ayakları yere en sağlam basan karakterleri olan ve bu sayede Azem’in yanaştığı sakin bir liman olan Nergis ve Kasım (Yasemin Baştan ve {Güven Kıraç} tek kelimeyle döktürüyor) gene Azem’e liman oldu, Azem de bir süreliğine kendi dertlerini bir kenara koydu.
Burada Azem’in aklına gelen bir gömüt taşı yazısı ise bölümün en akılda kalan sözlerinden biri oldu:
Eğer yaşamın bu kadar kısa bulunduğunu bilseydim hiçbir şeyi bu kadar uzatmazdım.
Bunun yanında Azem, “Ben halk düşmanıyım. Evet, resmi kayıtlarda öyleyim. Hepimiz bana küs. Çocuklar küs, devlet küs” diyordu. Bu aslen Dilber’in, Yıldız’ın ya da Zerre’nin girişimcilik için bir kredi almayı asla denememelerinin de sebeplerinden biri olsa gerek. Sözgelişi Zerre’nin de Yorgancı’nın girişindeki o bedbaht atmosferden Dilber yardımıyla çıktığını öğrendik.
Yıldız, Zerre ve Dilber üçlüsü normal olarak bildikleri yoldan gidecekler… Bu macerada aralarına İzzet’i almaları ya da en azından İzzet’e bir danışmaları yararlı olabilirdi.
Didem Madak’a bir merhaba daha…
Ayça’nın Didem Madak hayranlığı ise bambaşka bir seviyeye ulaştı. Ayça doğrusu Ideal Hilal Ziraatçi, Göksel’den dinlediğimiz sözü ve müziği de Göksel’e ilişik olan Sen Orda Yoksun adlı şarkıyı okulunun bahar şenliğinde başarıya ulaşmış bir halde seslendirirken bir de Didem Madak şiiri okudu. İris’in Ölümü adlı şiirden bölümler okuyan Ayça’nın şiirde iki bölüm içinde “okumadığı” bölümler de dikkate kıymet:
“Ben ne vakit öleceğim tanrım! / Sabah olunca mı? / Keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım / İrileşen, gitgide irileşen ağaç benzer biçimde / Şu odanın ortasında dursam, / Saat kuleleri dökülürdü dallarımdan tanrım! / Artık sarı yaprakların ölü olduğuna inanmıyorum.”
İris hem gökkuşağından yol yaparak haber taşıyan bir mitolojik Yunan tanrısı hem de göze rengini doğrusu bir nevi “yaşamı” veren bölüm. Çoğunlukla gördüğümüz benzer biçimde bu şiirde de annesini erken yaşta kaybetmesine temas ediyor Madak; şiirin sonlarına doğru ise “Keşke ismim İris olsaydı / Keşke ismimin bir anlamı olmasaydı” diyor ve “Gözüm benzer biçimde sevdiğim” yada “gözüm” anlamına gelen Didem isminden uzaklaşarak adeta anlamsızlaşmak istiyor. “Keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım” ifadesi ise özlemin ve adeta yasın tek cümlelik özeti oluyor.