Kelile ve Dimne | Türk Dili ve Edebiyatı

 

Kelile ve Dimne

Kelile ve Dinme (Hintçe orijinal adı Pança-Tantra) M.Ö. 3. yüzyıl civarında yaşamış olduğu kabul edilen Beydeba tarafınca kaleme alınmış fabl tarzında hikâyeler barındıran bir hikâye kitabıdır. “Kelile ve Dimne”,  Abdullah İbn Al Mukaffa tarafınca çevrilmiş Arapça’daki adıdır.

Beydeba’nın yaşamış olduğu süre hakkında birçok ihtilaf bulunmakta ise de kitabın Depşelem isminde bir Hint hükümdarı zamanında yazıldığı düşünülmektedir. Zira eserin hükümdara sunulmuş olduğu ve hükümdara bir tür tembih durumunda olduğu öne sürülmüştür.

Fabl türünün ilk ve en mühim örneklerinden olan Kelile ve Dimne’deki hikâyeler siyasetten erdeme kadar birçok değişik mevzuyu ele almıştır.

Yapıt, adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan almıştır; “doğrunun ve dürüstlüğün” simgesi “Kelile” ile “yanlışın ve yalanın” simgesi “Dimne”.

Sanskritçe yazılmış olan yaratı öncelikle Pehlevice’ye, sonrasında Pehlevice’den Arapça’ya ve daha sonraları Arapça’dan Farsça’ya çevrilmiştir. Batı dillerine olan tercümeleri bu son Farsça çeviriden yapılmıştır. Yazınsal otoritelerce, Ezop ve La Fontaine fabllarının, Kelile ve Dimne`den esin alınarak yazıldığı öne sürülür.

—————-

Kelile ve Dinme, hükümdarlar için hazırlanmış olan ahlakla ilgili bir Hint masal kitabıdır. Beydeba tarafınca kaleme alınmıştır. Kelile ve Dimne adı masalın iki baş kahramanı, şu demek oluyor ki iki çakal olan Kalilag ve Damnag’dan adını almıştır. Bu masal kitabı ilk olarak Sanskritçe’den Pehleviceye ve Pehleviceden Arapçaya çeviri edilmiştir. Peşinden Batı dillerine de çevrilen yaratı, hem Doğuda hem Batıda büyük bir rağbet görmüştür.

Hikâyeler Bin bir Gece Masalları’nda olduğu benzer biçimde iç içe girmiş çerçeve hikayelerden oluşur. Pança-Tantra beş bölümle bir girişten müteşekkildir. Her bölümde bir çerçeve öykü, onun içinde de hikâyecikler, manzum hikmetler vardır. Hikâyenin yazılış gayesi, Mehapur hükümdarının tembel üç şehzadesini adam etmektir.

Kelile ve Dimne bölümleri:

I. Bölüm: Dostluğun bozuluşu. Kahramanlar: Kral Aslan, müşaviri boğa ve nedimleri iki çakal. Doğu dillerine çevrilirken esere bu çakalların adı verilmiş: “Kelile ve Dimne”
II. Bölüm: Iyi mi dost kazanılacağı hakkında
III. Bölüm: Cenk ve sulh
IV. Bölüm: Kazandıklarımızın kaybı
V. Bölüm: Tedbirsizlik hakkında

Kelile ve Dimne’den Hikâye Örnekleri

Vaktin birinde Hindistan ülkesinde Debşelem Şah isminde bir hükümdar yaşardı. Halkı ve ülkesi için emek vermeyi oldukça severdi. Gecesini gündüzüne katardı. Bu yüzden ülkesi geliştikçe gelişmişti. Halkı da oldukça mutluydu. Debleşem’in garip bir özelliği vardı. Oldukça çalışmanın yanı sıra eğlenceden de oldukça hoşlanırdı.

Günlerden bigün, bir eğlence kurdurdu. Yediler, içtiler. Sofrada kuş sütü bile vardı. Çalgıcılar türlü şarkılar çaldılar, söylediler. Padişah eğlence bittikten sonrasında bazı alim ve düşünürleri huzuruna çağırttı. Onlarla söyleşmek istedi.

Mevzu cömertliğin yararlarıydı. Bilginler ve düşünürler eli açık olmak icap ettiğini savundular. Bu mevzuda oldukça ileri gittiler. O denli övdüler ki cömerdi, padişah Debşelem heyecanlandı, tüm hazinelerinin kapısını açtırdı. Ne var ise hazinesinde halka dağıttı. Yoksullar varlıklı oldu. Zenginler daha da zenginleştiler. Ülkede bir tek yoksul kalmadı.

Padişah Debşelem o gece bir rüya görmüş oldu. Düşünde nur yüzlü bir yaşlanmış Debşelem’e şu şekilde diyordu: – Ey yüce padişah, hazineni Tanrı yolunda halka dağıttın. Bundan Tanrı oldukça hoşnut kaldı. Ve seni ödüllendirecek. Sabah kalkar kalkmaz atına bin. Doğuya doğru git. Orada seni bir gömü bekliyor. Dünyanın tüm hazinelerinden daha büyük bir armağandır bu sana.

Debşelem Şah sabah uyanır uyanmaz yola düştü. Doğuya doğru yol almaya başladı. Günlerce at sürdü. Sonunda yüce bir dağa kavuştu. Dağın eteğinde karanlık mı karanlık bir mağara görmüş oldu. Önünde güleç yüzlü, ak sakallı bir yaşlanmış oturuyordu. Debşelem, ihtiyarın yanına gitti. Hâlini hatırını sordu. Gönlünü sevindirdi. İhtiyar da padişaha derin, anlamlı sözler söylemiş oldu. Tatlı bir söyleşi başladı aralarında. Debşelem Şah, hazineyi unutmuştu. Ayrılmak üzereyken yaşlı bilge, padişaha seslendi:

– Padişahım bu mağaranın çevresinde eşi olmayan bir gömü gizli saklı. Benim dünya malında gözüm yok. Adamlarınıza emredin, hazineyi buldurun. Debşelem, yaşlanmış bilgenin bu sözleri üstüne rüyasını söyledi. İhtiyar bilgenin sözünü etmiş olduğu gömü, Debşelem’e düşünde vadedilen hazineydi. Derhâl adamlarına haber gönderdi. Geldiler, aramaya başladılar gömüyü. Dört bir taraftan kazıya başlandı. Günlerce sürdü kazı. Sonuçta altın, gümüş ve türlü mücevherlerden oluşan eşi olmayan bir gömü ortaya çıkarıldı.

En oldukça mücevher, mahzendeydi. Mahzende ek olarak kıymetli taşlarla süslü bir sandık da bulunmuştu. Sandığın çelikten bir kilidi vardı. Usta bir çilingir getirildi. Sandık açıldı. Mahfaza içinde bir hokka çıktı. Hokkayı padişah Debşelem’e verdiler. Padişah hokkayı açtı. içinden beyaz renkte ipek bir levha çıktı. Levhada İbranice yazılar vardı. Padişah, İbranice bilmiyordu. Yazıda neler bulunduğunu sadece bir çevirmen bulunduktan sonrasında anlayabildiler. Tercüman levhadaki yazının anlamını şu şekilde özetledi:

“Ben, hükümdar Hoşing Cihandar’ım. Bu hazineyi Hindistanlı büyük hükümdar Debşelem Ray için gömdürdüm. Ona hazineye haiz olacağı düşünde bildirilecek. Hazineyle beraber ona bir de vasiyet bırakıyorum. Bu öğütleri dikkatle okusun. Mücevherlere kalbini bağlamasın. Dünyada her şey gelip geçicidir. Üstünde kötü damgası olan hiçbir şeye bağlanmamak gerekir. Bigün insanı bırakır gider. O bizi bırakmadan biz kalbimizden onu söküp atmalıyız. Bu vasiyetteki gerçeklere bağlanananlar dünya durdukça saygıyla anılırlar.”

. Vasiyetname on dört bölümden oluşuyordu. Debşelem ve çevresindekiler çevirmenin okuduklarını ilgiyle dinliyorlardı. Tercüman okumayı sürdürdü. Padişah Debşelem ilgiyle dinliyordu. Vasiyet, dinleyenleri oldukça etkilemişti. Yazıyı çeviren adam, bu öğütlerin bir eki bulunduğunu söylemiş oldu. Onu da dilimize çevir, dediler. Tercüman vasiyetin ekini de okudu:

– Bu öğütleri daha iyi anlatmak için on dört tane öykü vardı. Eğer hükümdar Debşelem onları da öğrenmek istiyorsa, Serendip Dağı’na gitmelidir. Debşelem Şah: Oldukça garip, dedi. Derin bir düşünceye daldı. Öğütler kendisini oldukça etkilemişti. Mağaradan çıkan hazinenin hepsini halka dağıttı. Kendisine hiçbir şey kalmamıştı. Serendip Dağı’nı düşünüyordu. Levhada yazılanların ne anlama geldiğini tam olarak kavramayı oldukça istiyordu. O hikâyeler. Onları ne olursa olsun öğrenmeliydi. Yola çıkmak istediğini deklare etti. Bu mevzuda vezirlerinin düşüncelerini öğrenmek istedi. Onları çağırttı. Düşüncelerini sordu. Vezirler, bu mevzuda karar verebilmek için bigün süre istediler. Padişah izin verdi.

Ertesi gün vezirler yine huzura geldiler. Başvezir söz aldı. Padişahım, dedi, vasiyetteki öğütleri daha iyi idrak etmek güzel bir şey, bunun için de Serendip Dağı’na seyahat yapmanız gerekecek. Çileli bir seyahat olacak bu. Doğrusu gönlümüz razı değil.
Vezir konuşurken padişahın zihninde hep Serendip Dağı vardı. O öyküleri öğrenmek istiyordu. Başvezir garip bir öneride bulunmuş oldu:
– Eğer uygun görürseniz, İki Güvercin hikâyesini size anlatayım. Mevzuyla ilgisi bulunduğunu sanıyorum.
Padişah, vezire öyküyü anlatması için izin verdi. Başvezir İki Güvercin hikâyesini anlatmaya başladı.

Ayı İle Dost Olan Bahçıvan

Dönemin evvelinde, mekânın bir yerinde yalnız mı yalnız, mutsuz mu mutsuz bir bahçıvan yaşarmış. Hayatta kimi kimsesi yokmuş adamcağızın. Tüm ömrünü, bağları bahçesi için harcamış gitmiş. Günün birinde yalnızlık tak etmiş canına. Gitmiş sabah erkenden bahçesine. İki elinin arasına almış başını, düşmüş yalnızlıktan kurtulma tasasına.

“Şimdiye dek tüm gücümü, enerjimi bu bahçeye harcadım. Çeşit çeşit meyveler, çiçekler yetiştirdim. Yalancı bir aden yaptım bağımı. Fakat ne oldu sonunda? Mutsuzluğuma deva oldu mu bu güllük gülistanlık bahçe?” diyerek tasalı tasalı düşünmüş.

“Olmaz!” demiş içinden bir ses, “Yalnızlık çekilmez, cennette bile!” bahçıvanı almış bir tasa. Kesinlikle bu yalnızlıktan kurtulacak. Fena dahi olsa beraberlikle bölecek yalnızlığını. Ne yapmalı, ne etmeli, bilmiyorum ki nereye gitmeli, diye düşünürken bakışları, karşıda yükselen yüce dağa çevrilmiş ansızın. Iyi mi bulunduğunu bilmeden, kendisini dağa doğru giderken bulmuş. “Iyi mi olsa sonuçta beni yalnızlıktan kurtaracak bir eş bulurum.” ümidiyle yola koyulmuş. Bir de dönerek bakmış ki arkasına bağları bahçesi görünmüyor. Dağın eteklerine vardığında bahçıvan, içindeki yalnızlık daha da artmış.

Bir süre ara vermiş yolculuğuna, yanında getirmiş olduğu azık torbasını çözüp sofrasını yapmış, karnını doyurmaya koyulmuş. Derken, oldukça geçmemiş aradan, sempatik bir ayı görünmüş ağaçların arasından. Tıpış tıpış gelip insanın sofrasına kurulmuş. Bahçıvanın dili tutulmuş. Ne diyeceğini şaşırmış. Ayı ile beraber paylaşmış azığını. Bir süre sessiz bir şekilde oturmuşlar. Bahçıvan kalkıp gidecek olmuş. Ayı, konuşmuş:
– Nereden geliyor, nereye gidiyorsun?
Şaşırmış adam “Ayı konuşur mu?” diye zihninden geçen düşünceyi bir tarafa itip:
– Uzaktan geliyorum, dağa gidiyorum, demiş.
– Ne yapacaksın dağda?

“Hay Allah, sorgu meleği sanki!” diye düşünmüş adam, ayı için:
– Senelerdir yalnız yaşadım. Artık canıma tak etti. Bir dost bulmaya gidiyorum, demiş.
Ayının yarasına parmak basmış sanki, hop oturmuş hop kalkmış hayvancağız. Bahçıvan bakmış, ayının bakış açısından yaşlar süzülüyor.
– Yahu niye ağlıyorsun, diye sormuş.
– Benim de, demiş ayı, derdim aynı. Ben de yalnızım, ovada bir dost bulurum ümidiyle ben de dağdan geliyordum. Adam düşünceye dalmış bir süre, sonrasında aklına garip bir düşünce gelmiş:
-Ne dersin, bizi alınyazısı buluşturdu galiba, gel dost olalım. Ayı da sevinçle kabul etmiş bu öneriyi. Ve beraber dönmüşler bahçıvanın çiftliğine. Günler yel benzer biçimde akıp giderken. Bahçıvanın mutluluğu bir seviyede de olsa yerine gelmişken. Asla olmaz bir şey olmuş. Bahçıvan uyuduğu süre, ayı, üstüne konan sinekleri kovalarmış. Gene bigün bu işi yaparken bakmış ki sinekler bir türlü kaçmıyor. Yerden kaptığı bir kayayı, bahçıvanın sinek üşüşen alnına indirivermiş.
Ayı ne yaptığını bilir mi? Adamcağız böylece göçüp gitmiş diğeri dünyaya. Kehle, bu hikâye ile arkadaşına hainlerle kurulacak dostlukların sonunda zararı olan olacağını anlatmak istemişti. Kurnaz çakal Dimne, bunu anlamıştı.
-Şu demek oluyor ki dedi Kelile’ye sen de oldukça safsın. Ben, efendime fenalık etmek ister miyim asla?
– Bak Dimne, dedi Kelile; beni kandıramazsın. Alnımda enayi yazıyor mu bir bak bakalım. Aldanıyor görünebilirim, fakat asla kolay kolay oyuna gelmem. Tıpkı akıllı tacir benzer biçimde.
– Akıllı tacir mi, o da kim, diye sordu Dimne.
Kelile, anlaşılan yeni bir masal daha anlatacaktı arkadaşına.
– Dinle, dedi Kelile, iyi dinle, sana kurnaz bir tacirin öyküsünü anlatacağım.

Sabırlı Yılan
Vaktiyle bir yılan yaşlanmış, kurbağa avlayamaz olmuştu. Öteden beri kurbağa haricinde bir şey yemeyen hayvan, açlıktan neredeyse ölecek bir duruma gelmişti. Kurbağa eti ve kurbağa kanı. Bundan başka hiçbir şey yılanın iştahını çekmiyordu. Günlerce düşündü taşındı. Bir deva bulmak için açlığına, bin bir türlü plan kurdu aklınca. Sonunda kurnaz kurnaz gülümsedi. Aklına garip bir düşünce gelmşti. “En çıkar yol bu.” diye düşündü. Kalkıp kurbağalar padişahının huzuruna vardı. Ilkin yılanı görünce ürktü padişah.
– Korkmayınız efendim, dedi yılan, benden size zarar gelmez. Kurbağaların hükümdarı şaşırdı.
Iyi mi olurdu, öncesiz düşmanıydı yılan onların.
– Ben, dedi, artık yaşlandım, geri kalan ömrümü size hizmet ederek geçirmek isterim.
Hepimiz şaşkınlık içindeydi.

Yılan:
– Şaşkınlık ettiniz farkındayım. Fakat size öykümü anlatınca bana hak vereceksiniz.
Günün birinde bir kurbağanın peşine düşmüştüm. A-mansız bir halde izlerken, kaybettim onu. Dervişin evine girmişti. Ben de arkasından içeri daldım. Ağzıma yumuşak bir şey dokundu. Derhal ısırdım meğer dervişin ufak çocuğunun ayağı olmasın mı! Adam beni farketti. Kaçmaya çalışırken etkili bir tılsım yaparak elde etti. “Sana.” dedi “Aklını başına getirecek bir ceza vereceğim. Bundan bu şekilde, kurbağalara binek olarak hizmet edeceksin. Eğer kaytarırsan, yine sihir yaparak yakalar, bu kez öldürürüm seni.” Ben de bunun üstüne derhâl buraya geldim. Artık emrinizdeyim. Nereye isterseniz oraya taşırım sizi.
Yılanın bu kurnaz öyküsüne kurbağalar kandı. Zavallı padişah, bundan bu şekilde nereye giderse yılanla gider oldu. Aniden çabucak gezmeleri oldukça sevindirmişti onları. Yılan bir şey yemiyordu bu sırada. İyice zayıflamıştı. Padişah:
-Yahu açlıktan ölecek bir duruma geldin. Niçin bir şey yemiyorsun, diye sordu.
Yılan kendisini açındırarak:
-Efendimiz, dedi, kurbağadan başka bir şey yiyemem ben. Dervişe, sizin hizmetinizde olacağıma dair söz verdim. Bu durumda kurbağa da avlayamıyorum. Yapacağım bir şey yok.
Kurbağaların padişahı yılana acıdı:
– Ölmek üzerek olan kurbağaları sana vereceğim, dedi. Ve o günden sonrasında bir tek ölmek suretiyle olanları değil, sıhhatli kurbağalardan da birer ikişer armağan etmeye başladı yılana.

(Toplam: 105, Bugün: 1 )

Leave a reply:

Site Footer