İnsan kimi zaman bir şeye gereksinim duyduğunu onu deneyimlemeden fark edemiyor. Bilhassa yeni bir sanatçı, yeni bir albüm keşfedince ya da bir konsere gidince bu hissi çoğunlukla yaşayanlardanım. 23 Temmuz akşamı da benzer bir hisse kapıldım. Atmosferden anladığım kadarıyla genel hissiyat da bu yöndeydi. Meğer bir Massive Attack konseri yaşamaya ne kadar ihtiyacımız varmış?! Bu şekilde konserler için biçilmiş kaftan Parkorman’daki binlerin büyük çoğunluğu değişik on yıllarda geçirdiği 20’li yaşlarına dönmüş gibiydi.
Normal olarak 20’li yaşlarındaki dinleyiciler de küçümsenmeyecek sayıdaydı lakin genel hava, hem ortak hem münferit özlemler çevresinde buluşmuş bir kitlenin daha azca iğrenç günlerle özlem gidermesi gibiydi…
Bu hislerin hakim olduğu Massive Attack konseri sanırım bu senenin en hususi konserleri içinde zirvede bir yerlerde hafızalara kazınacak. Aslına bakarsak bu konseri yalnız bir konser olarak da nitelememek gerekiyor. (“Adeta masif bir atak” dememek için kendimi fazlaca zor tutuyorum!) Massive Attack seyirciye dönüştürdüğü dinleyicisine bir edinim, bir performans sunuyor.
Ana gündem maddesi Filistin ve Ukrayna’ydı
Turnedeki tüm konserlerde olduğu benzer biçimde İstanbul’da da ana gündem maddesi Filistin ve Ukrayna’ydı. Bilhassa Filistin halkının yaşamış olduğu zulmün detaylarını ve bu zulme yönelik istatistikleri, zulümde ABD’nin maddi payını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren grup, arkalarındaki dev ekrandan neredeyse aklınıza gelebilecek tüm küresel sorunlara işaret etti. (Buraya değineceğiz!)
BKM ve Pozitif iş birliğiyle Parkorman’da zamanı bir konsere imza atan Massive Attack’e sahnede Elizabeth Fraser, Young Fathers, Deborah Miller ve Horace Andy eşlik ederken bilhassa Fraser’ın kuvvetli ve sarsıcı vokalleriyle Filistin trajedesine dair görüntüler birleşince tüyler diken diken oldu! Young Fathers ise peş peşe üç parçalık (Gone, Minipoppa, Voodoo in My Blood) bölümleriyle konserde enerjinin en yukarı çıkmış olduğu anların başrolündeydi.
Setlist beklentileri büyük seviyede karşıladı
Setlist de aslen hem sıkı Massive Attack fanatiklerinin hem de grubun popüler parçalarına hakim kitlenin beklentilerini büyük seviyede karşılamış olmalı. Hatta ortalama otuz dakika gecikmiş olsalar dahi girer girmez yaydıkları enerjiyle derhal kitleyi yakalamayı başardılar. Risingson, Black Milk, Voodoo in My Blood, Inertia Creeps, Unfinished Sympathy ve Teardrop performanslarının bilhassa altını çizmek isterim. Doğrusu özetle konseri müzikal açıdan kolaylıkla çok büyük bir konser olarak niteleyebilirim. Buna Parkorman’ın da katkı sağlamış olduğu aşikar.
İngiltere’nin Bristol şehrinden çıkan efsanevi grup, tüm zamanların en mühim trip hop, elektronik albümlerinden kabul edilen Mezzanine adlı şaheserden altı bölüme yer verdi, o kadar da iyi yapmış oldu! Elizabeth Fraser’ı dünya gözüyle canlı canlı dinlemek de konserin benim için (fazlaca büyük bir çoğunluk için de) en büyük kazanımlarından biriydi!
Gelelim “küresel problemler” meselesine! Massive Attack aslen temelde bireyselleşmenin insanlığı getirmiş olduğu noktayı, hissizleşmeyi, yapay ve ikincil gündemlerle zihinlerin dizgesel olarak devamlı meşgul edilmesini ve insanların da böylesi bir meşguliyete fazlasıyla istekli olmasını mümkün olan en sert halde eleştiriyor.
Burada grup, arkadaki dev ekranda dönen kliplerde açık bir halde İngiliz belgeselci Adam Curtis’in hazırladığı ve 2016’da BBC tarafınca gösterilen belgesel HyperNormalisation‘dan esinlenmiş. İzlemeyenlerin ne olursa olsun izlemesini tavsiye edeceğim bu belgeselin adı Alexei Yurchak’ın, 70’ler ve 80’lerde Sovyetler Birliği’ndeki yaşamın paradokslarını özetleyen Her Şey Sonsuza Kadar, Artık Olmadıkça: Son Sovyet Kuşağı adlı kitabında ilk kez kullandığı “hipernormalizasyon” ifadesinden alıyor.
Bu kavrama ve kitapta anlatılana nazaran Sovyetler Birliği’ndeki neredeyse hepimiz, sistemin korkulu bir halde çöktüğünün farkındaydı sadece statükoya alternatif düşünülmüyordu ve halk, politikacıların “işleyen cemiyet” yalanını beslemek için başvurdukları işlevsiz istifaları da kaba bir tabirle “yemiş benzer biçimde” davranıyordu. Sahteliğin gerçeklik olarak kabul edilmiş olduğu bu durumu Yurchak, “hipernormalizasyon” olarak ifade etmekte.
Belgesel ise buradan yola çıkarak hükümetlerin, küresel finansın ve teknoloji devlerinin küresel çapta siyasetçiler tarafınca desteklenen ve çarklarının dev firmalar tarafınca döndürüldüğü daha rahat bir “düzmece dünya” inşa ettiklerini öne sürüyor. Fakat bunu yaparken komplo teorilerine de oldukça mesafeli durmakta.
Suni zekâ, QAnon ve komplo teorileri…
Konserde de grup bu bakış açısıyla hem sorular sordu hem sorular sordurdu. Konser Elon Musk’ın Neuralink projesi çerçevesinde devam eden deneylerde, beyninin iki lobuna birer tane çip takılı olan Pager adlı 9 yaşındaki makak maymununun bu çipler vasıtasıyla bilgisayar oyunu oynadığı görüntülerle başlıyordu. Suni zekâ, Covid temalı komplo teorileri ve aşı karşıtlığı, Qanon, Cambridge Analytica veri skandalı benzer biçimde pek fazlaca mevzu ve komplo teoriside grubun hedefindeydi. Komplo teorileriyle açıkça dalga geçilen bölüm fazlaca fazlaca eğlenceliydi. Söz mevzusu bölüm konserin kim bilir vurucu mesajıyla noktalanıyordu:
Tüm dünya hiçbir şeyin gerçek olmadığı bir sahneye dönüştü… Kuşku de bir denetim edilme biçimidir. Ya komplo teorileri de bir komploysa? Sizi kuvvetsiz hissettirmek için.
İnsanların birbirlerine taktıkları sıfatlar ve yaftalarla da derdini açıkça ortaya koyan grup, “algoritma” ile tespit edilen seyircileri ekrana da yansıttı. Oluşan şaşkınlık ifadesine tanıklık etmek coşku vericiydi. Tüm mesajlar baştan sona oldukça çarpıcı, fazlaca büyük oranda haklı fakat!.. Evet, bir fakat mevcut.
Massive Attack ve aldıkları riskler…
Ortalama bir buçuk saat süresince bu makro mesajlara ve mevzulara değinildiğinde bunlar bir meta-anlatıya dönüşebiliyor. Gerçeğin paramparça edilmiş olduğu bu postmodern çağda, dikkatleri küresel çapta büyük resimlere çekmeye çalışan çabalar, aniden kendilerini meta-anlatıya dönüşmüş halde bulabiliyor. Aslına bakarsak bu da “Yaşadığımız yetmiyor bir de senden dinliyoruz yaşamın acı gerçeklerini” tesiri yaratabilir. Massive Attack’in almış olduğu bir başka risk de müziğin rolünü idrak etme şeklimize direkt müdahale etmekten çekinmemesi. Grup en azından konserlerinde “kaçış için müziğe sarılmak” denen terimi “yüzleşmek için müziğe başvurmak” şeklinde değiştirmekte.
Grup, her konuşmada, dünyaya ve yaşama dair her sohbette, mevzuyu mühür benzer biçimde dev cümlelerle dost meclisinde tartışılması zor noktalara getiren haklı ve duyarlı dostlarımızı çağrıştırma riskini göze alıyor.
Fakat günün sonunda bu mevzulara birilerinin girmesi gerek. Batı dünyasının sanat alemi o denli tatlı sularda gezen, risksiz takılan “woke”lardan oluşmakta ki Massive Attack benzer biçimde köklerini en baştan bu noktaya salan gruplar, ellerini taşın altına koyup gerekirse herkesten “woke” olmayı göze alıyor. Bu da sonunda fazlaca kıymetli.