Prof. Dr. Orhan Okay (D: 26 Ocak 1931, İstanbul – Ö: 13 Ocak 2017, İstanbul) Akademisyen, yazar.
Orhan Okay, tam adı Mehmet Orhan Okay‘dır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Kısmı’nü 1955’te tamamlamış oldu, öğretmen oldu. Artvin Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapmış oldu. Askerliğini yedek subay olarak tamamlayıp öğretmenliğe döndü. Diyarbakır Lisesinde iki yıl çalıştı. Buradan Erzurum Mustafa Kemal Atatürk Üniversitesi’ne yeni Türk edebiyatı asistanı olarak girdi. 1963’te hekim unvanı aldı. 1975’te doçent, 1988’de profesör oldu. 1994’e kadar bu üniversitede, sonrasında Sakarya Üniversitesi’nde vazife yapmış oldu. 1996’da emekli olup derhal peşinden Fatih Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde redaktör olarak çalışmaya başladı.
İlk yazısını 1953’te Türk Sanatı’nda yayımladı. İstanbul, Hareket Türk Dili, Türk Edebiyatı, Dergah, Ulusal Kültür, Türk Kültürü, Türk Yurdu, Süre ve başka mecmua ve gazetelerde yazıları yayımlandı.
Batı Uygarlığı Karşısında Ahmet Mithat Efendi kitabıyla 1976 TMKV İnceleme Ödülü; Sanat ve Edebiyat Yazılarıyla TYB Eleştiri Ödülü; 1977 TYB Senenin Kültür Adamı Ödülü; 1998 Kobassan Vakfı Mevlana Büyük Ödülleri Edebiyat Ödülü aldı.
Prof. Dr. Orhan Okay’ın Eserleri
- Sanat ve Yaşam (1956),
- Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti (1969)
- Abdülhak Hamid’in Romantizmi (1971)
- Batı Uygarlığı Karşısında Ahmed Mithad Efendi (1975)
- Hüsn ü Aşk, Şeyh Galip (haz. Hüseyin Ayan’la) (1975)
- Ahmet Haşim’in Şiirlerinin Sembolizm Açısından Yorumu (1977)
- Necip Fazd Kısakürek (1987),
- Safahat, Mehmet Âkif Ersoy (haz. 1990),
- Edebiyat ve Sanat Yazıları (1991),
- Edebiyat ve Kültür Dünyamızdan: Makaleler Denemeler (1991),
- Ders Geçme ve Kredili Sisteme Bakılırsa Türk Dili ve Edebiyatı (1993),
- Mehmet Âkif: Bir Karakter Heykelinin Anatomisi (1998),
- Ahmet Hamdi Tanpınar (haz. 2000),
- Bir Başka İstanbul (2002),
- Mehmet Kaplan’dan Hatıralar.
- Mektuplar (2003),
- Aydınlar Konuşuyor (ve başkaları, 2003).
Orhan OKAY’la Edebiyat üstüne Bir Söyleşi/ H. Mükemmel DURGUN
* Sizce vatanımızda edebiyat teorisi ile ilgili emek harcamalar kafi bir düzeyde midir? Değilse sebepleri nedir?
Orhan Okay: Mevzuya edebiyat teorisi kavramından ne anladığımızdan girelim. Bir yanda şiir, roman, hikâye, tiyatro, tecrübe etme vs edebî eserler var; bunların karşısında bu eserler üstüne emek harcamalar, araştırmalar, tenkitler, değerlendirmeler. Bu sonuncuları kuramsal emek harcamalar olarak kabul edebiliriz. Şu demek oluyor ki edebiyat teorisi genel olarak bir sanat ürünü olmasıyla edebiyata ve hususi olarak da edebî esere bakış açısıdır, onu değerlendirmektir. Evvelâ, Batılılaşma dönemine kadar bu alanda yazı haline gelmiş bir eserimiz yok gibidir. Yazı haline gelmiş diyorum, şundan dolayı şairlerin zihinlerinde ve şiir meclislerinde teşekkül etmiş, benimsenmiş bir ekip teorilerin varlığı muhakkaktır. Fakat bunlar içinde yazıya geçenler, bir çok çeviri belâgat kitapları ile tezkirelerden ibaret. Tezkirelerin de yaşam öyküsü bahislerini değil, şairler ve şiir üstüne oldukça kez örtülü bir ekip kıymet yargılarını kastediyorum. Batılılaşma hareketlerinden sonrasında bu mevzularda bazı gelişmeler olur. Meşrutiyet’ten ve Cumhuriyet’ten sonrasında da gittikçe gelişerek günümüze kadar gelir. Son yıllarda üniversitelerimizin çoğalması, filoloji alanlarında değişik mevzularda yüksek lisans ve doktora tezleri ile üniversite dışındaki araştırmacıların emekleri yardımıyla oldukça varlıklı bir kuramsal edebiyat repertuarımız oluştu. Bununla birlikte mühim bir eksiğimiz var. Tüm bu çalışmaların temel teorileri, şu demek oluyor ki felsefeleri bizlere ilişkin değil. Tanzimat’tan beri hâlâ Batı’daki bir hareketi, bir kuram hareketini oldukça kez da onun zuhurundan kırk elli yıl sonrasında takip ediyor, onun ışığında kendi edebiyatımızın meselelerini ele alabiliyoruz. Üstelik bu takip, yalnız Batı tesirinde gelişen edebî eserlerimiz için değil, tamamen bizlere özgü ve Batılılara yabancı olan Divan şiiri, halk edebiyatı şeklinde alanlarda bile Batı yol gösterici oluyor. Ben bu bağımlılığı felsefî düşüncenin yokluğu ile açıklamak isterim. Bilinmiş olduğu şeklinde Batı’da güzel sanatlardan siyasal ve ekonomik hareketlere kadar her şey bir felsefe temeline bağlıdır. Bir felsefî sistem oluşur, onu mimarîde, resimde, müzikte, edebiyatta ekol dediğimiz toplulukların sanat eserleri takip eder. Kuram de bunun arkasından yürür. Şu demek oluyor ki klasik, duygusal, gerçekçi, sembolist vs sanatların dayandığı bir felsefe ve bunların doğurduğu edebiyat ve dolayısıyla teorileri vardır. Şimdi biz sanayide iyi mi bir âleti icad eden zihniyete haiz olmadan, âletin kendisini almakla yetiniyorsak, edebiyatta da meselâ pozitivist akımı tanımadan, onu yaşamadan hatta onun doğurduğu realizm diye bir hareket bile yokken gerçekçi bir roman yazıyoruz ve arkasından bunu teoriye uyguluyoruz. Tüm bu örnekleri mutlak manada küçümsemek için söylemiyorum. Dünyada olup bitenlere yabancı kalmamak, çeviri yöntemiyle da olsa onlara ulaşmak gerekiyordu. Fakat işte hoca olarak, edebiyat tarihçisi veya tenkitçi olarak hepimizin yapmış olduğu aşağı yukarı bundan ibarettir. En iyimiz en ustalıklı uygulayanımızdır. Edebiyat teorisi ile ilgili emek harcamalar kafi bir düzeyde midir diye sorduğunuz vakit aklıma bu geliyor.
* Tanpınar‘ın da belirttiği şeklinde edebiyatımızın noksanlarından biri de eleştiri fikrinin olmamasıdır. Bugün de oldukça canlı bir eleştiri yaşamımız yok. Edebiyatımızdaki bu noksanlığı iyi mi giderebiliriz?
Orhan Okay: Tenkit, yukarıda anlattığım teorinin mühim bir parçasıdır. Evvelâ belli bir kişinin yada eserinin tenkidi (uygulamaya yönelik) ile genel olarak edebiyat, edebî güzel duyu veya türler üstüne eleştiri (teoriye yönelik) olmak suretiyle iki eleştiri türü bahis mevzusudur. Bizde daha oldukça gelişen ilkidir. Fakat bunda da yansız, objektif tenkitler o denli azdır ki. Oldukça kez bir dostumuzun, yakınımızın, hocamızın hasılı sevdiğimiz bir insanoğlunun eserini tanıtırız. Suya sabuna dokunmadan, kimseyi kırmadan. Yada bunun tamamen aksi, sevmediğimiz birinin eserini. Bu kez, Namık Kemal’i hatırlayalım, ilkin “tahrip”, sonrasında da ayağa kalkamayacak hale getirmek için bir de “takip”. İkinci türden şu demek oluyor ki teoriye yönelik tenkitler daha azca. Zira bu, önceki cevabımda söylediğim şeklinde bir felsefî düşünceye dayanır. Bu da en ileri seviyede, o güne kadar Türk aydınının tanımadığı bir Batılı yazarın yeni bir teorisini tanıtmak, nihayet kendi edebiyatımıza uygulamak şeklindedir. Bakın en ileri düzey budur. Bunun daha ilerisi, şu demek oluyor ki sorduğunuz noksanlığın giderilmesi keyfiyeti pek umut verici değil. Türkiye bugün öğretim sistemleriyle felsefeyi en arka plana attığı bir süreci yaşıyor. Felsefeye rağbet yok. İster Doğu, ister Batı felsefesi olsun. Nerde kaldı ki bu rağbet filozofların yada bari felsefî düşüncede bir kuram sahibi olan insanların yetişmesine yol açsın.
* Prof. Dr. Ömer Faruk Akün: “Edebiyat tarihinin gayesi edebî tenkidi aydınlatmaktır” diyor. Sizce edebiyat zamanı ile edebî tenkid arasındaki ilişki nedir?
Orhan Okay: Şimdi, gene ilk sorunuza dönmek zorundayım. Edebiyat teorisi dediğimiz şey bununla beraber bir tenkidi ihtiva eder. Edebiyat tarihçiliği de böyledir. Eğer yalnız kişilerin biyografisine, eserlerinin tanıtılmasına dayanan, kronolojiyi takip etmekten başka bir meziyeti olmayan bir edebiyat zamanı ise bunun kuram yada tenkitle ilgisi yoktur. Eski tezkirelerimiz bile bir tarafıyla bunu aşmıştır. Yeni bir edebiyat zamanı yazmaya girişen ciddi bir teşebbüsün arkasında muhakkak bir kuram olmalıdır. Gerek Batı’da gerekse bizde mühim edebiyat tarihleri hep bir eleştiri zihniyetine dayanır. Bu şekilde bir edebiyat tarihinin tarafsızlık, objektiflik, sübjektiflik münakaşalarına asla girmiyorum. Bu başka bir mevzu olur. Faruk Akün’ün belirttiği husus bu mudur, yoksa “edebiyat zamanı bununla beraber eleştiri tarihidir de” manasında mıdır, bilemiyorum. Fakat her iki halde de bu kıymet yargısı isabetlidir.
* Siz Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve Tanpınar’ın şiir poetikaları ve bu poetikaların ışığında şiir tenkitleri üstünde durdunuz. Bugünkü şiir eleştirilerini takip edebiliyor musunuz?
Orhan Okay: Poetika derslerini verdiğim senelerden beri bu meseleleri hep günümüze kadar getirmek istedim. Fakat bu konudaki gösterim bolluğu ve bu tarz şeyleri ayıklamak, tasnif etmek ve değerlendirmek, başka çalışmalarım içinde mümkün olamadı. Bu tarz şeyleri yeteri kadar takip edemediğimi itiraf edeyim. Onun için o üçüyle yetindim. Devamını benden sonrasında çalışacaklara emanet ettim.
* Bizde çağdaş roman ve hikâyenin ilk temsilcisi olarak kabul edilen Ahmet Mithat, bir dönem kendisine meydana getirilen haksız eleştirilerden sonrasında, günümüzde yeniden çeşitli araştırmacılar tarafınca tekrardan gündeme getiriliyor, dergilerin hususi sayılarına mevzu oluyor. Ahmet Mithat Efendiye gösterilen bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
Orhan Okay: Doğal buna vereceğim yanıt, bir soruşturmaya dayanmadan, yalnız kendi kanaatlerimden ibaret olacak. Şu demek oluyor ki niçin Ahmet Mithat tekrardan gündemde? Bir kez edebiyatın temeli olan dildeki savrukluğuna, derhal her alanda itina göstermeden yapıt vermesinin küçümseme mevzusu olmasına karşın Ahmet Mithat Efendinin bir misyonu olduğu kabul edilmektedir: Halkı okumaya alıştırmak. Bu misyon dikkate alınınca onun kendi döneminde yapmış olduğu işin önemi ortaya çıkmaktadır. Tanpınar’ın, Halit Ziya ve sonraki romancıların okunması için bir roman okuma geleneği teşekkül etmeliydi, Ahmet Mithat bunu yapmıştır, demesi boşuna değildir. Hatta memleketimizde bugün okuma seviyesinin, bilhassa edebî yapıt okuma seviyesinin oldukça düşük noktalara gelişi karşısında bana tekrardan bir Ahmet Mithat lâzım şeklinde geliyor. Bir ihtimal benden başka birçoklarında da bu fikir var. Bugün roman okuyucusu sayısı, o denli okur-yazar oranı artmış görünmüş olduğu halde, oldukça hususi pazarlaması olan bir ekip kitaplar hariç, hâlâ Ahmet Mithat Efendinin okuyucuları kadardır. Başka bir özelliği olarak Müşahedat’ta olduğu şeklinde uzun süre farkına varılmayan ve aşılamayan bazı teknikleri denemesi de hatırlanmalıdır. Meseleyi yalnız edebiyat açısından ele aldım. Bir de yayımcılığı, gazeteciliği var. O dönem Osmanlı okuyucusu için dünyaya oluşturulan gerçek bir pencere olma misyonu var. Ahmet Mithat başlı başına bir mektep. Hâce-i Evvel! Yanında, matbaasında, gazetesinde birçok insanı yetiştirdiğini biliyoruz. Fakat bilmediğimiz aslolan okuyucu kitlesi var. Ansiklopedi denilen nesnenin olmadığı devirde kendisi bir ansiklopedi. Hasılı ara sıra suçlanmaya sebep olmuş kusurlarının yanında meziyetleri ağır basan bir Tanzimat aydını.
* Ahmet Mithat Efendinin tüm yönleriyle tanındığını düşünüyor musunuz? Onunla ilgili meydana getirilen çalışmalarda tamamlanmamış olan nedir?
Orhan Okay: Üstünde epey çalışmış olmama karşın ben Ahmet Mithat’ın yalnız basılı eserlerinden hareket etmiştim. O zamandan bu zamana üniversitelerimizde meydana getirilen çalışmalarla gazete ve dergiler büyük çapta tarandı. Yada bir vesileyle Ahmet Mithat’ın süreli yayınlardaki pek oldukça yazısı gün ışığına çıktı. Tüm bu araç-gereç üstünde edebiyat da dahil olmak suretiyle oldukça değişik alanlarda araştırmalar yapılabilir. Tarih, sosyoloji, politika bilimi vs. Bilhassa, sarayla iyi geçinmesi de dikkate alınmak şartıyla İkinci Abdülhamid devrinin geniş bir panoraması için onun kitapları ve periyodiklerdeki yazıları varlıklı bir araç-gereç olma önemini koruyor.
* Edebiyatçılar, edebî eserler belirli bir devir ve çevre içinde oluşurlar. Onları idrak etmek için toplumsal ve kültürel “contexte”lerine bakmak gerekir. Bugün hâlâ aktüalitesini sürdüren “Batı Uygarlığı Karşısında Ahmet Mithat Efendi” adlı kitabınızda da Tanzimat döneminde yetişen Ahmet Mithat’ın Batı uygarlığı karşısında almış olduğu tavrı incelediniz. A. Mithat’ın tavrının bugün için anlamı nedir?
Orhan Okay: Benim seçtiğim mevzu Batı uygarlığı karşısında Ahmet Mithat Efendi idi. Burada “karşısında” kelimesine zıtlık değil, karşısına alıp tavır takınmak şeklinde bir mana vermiş olduğumu belirteyim. Bu mevzu, Batılılaşma hareketlerini hangi tarihten başlatırsanız başlatın, günümüze kadar bir halde aktüalitesini kaybetmeden yerini koruyor. İşte, Avrupa Birliği’ne girip girmememiz, bunun getirebileceği pozitif/negatif sonuçlar bugünün en mühim mevzusu. Eğer bu tutumu edebî Tanzimat’tan başlatırsak, demek ki yüz elli senedir gündemde. Türkiye (Oğuzlar, Batı Türkleri) Doğu ile Batı içinde. Modernleşme sıkıntılarını yaşayan hiçbir milletin bu süreci bizim kadar ağlatısal olmamıştır. Tanzimat’tan beri Batılılaşma, derhal her Türk aydınının şu yada bu derecede ilgi alanındadır. Doğulu kalmayı sıfır, tam Batılılaşmayı yüz kabul edersek çoğumuz bu eğrinin bir tarafındayız. Ahmet Mithat bu mevzunun birçok bahsini romanlarında ve öteki eserlerinde en oldukça dile getirmiş bir yazarımızdır. Batılılaşma meselesinde düşünmek isteyen her aydın için Ahmet Mithat Efendide vazgeçemeyeceği ve pek bir çok aktüalitesini sakınan meseleler var.
* Aynı dönemde yetişmiş Ahmet Mithat Efendi ile Namık Kemal‘in eski kültür karşısında aldıkları tavır, eski kültüre bakışları nasıldı?
Orhan Okay: Namık Kemal’in, eski kültüre, dolayısıyla eski edebiyata bakışı malûm. Onun ilk yazılarından itibaren Batı edebiyatının üstünlüğüne mutlak olarak inanmışlığı derhal tüm Divan şiiri karşısında son aşama negatif bir tavır takınmasına sebep olmuştur. Tanzimat dönemi yazarları içinde Divan şiirine karşı ilk kez ve oldukça hırpalayıcı bir üslupla isyan eden odur. Burada Ahmet Mithat’a bir yer ayırmak için Namık Kemal’in kavgacı ve hırçın ruh yapısına da ek olarak imlemek gerekir. Ahmet Mithat’a erişince. O gençlik yıllarında Genç Osmanlılar’ın yayınlarını takip etmiş, tam bir ortaklık yapmamışsa da ara sıra onlarla görüşmüş, Rodos sürgünü dönüşünde ise ilişkilerini tamamen kesmiş, dünya görüşünü II. Abdülhamid’in fikirlerine aykırı olmayan bir zeminde aramıştır. Şu demek oluyor ki burada belirtmek istediğim husus kavgacı, daha doğrusu mücadeleci bir mizaca haiz olmadığıdır. Bu bakımdan ona etik açıdan bir ihtimal konformist de denilebilir. O pek oldukça hususta kendi değerlerimizi muhafaza ederek dengeli bir Batılılaşmayı esas almıştır. Bununla birlikte mevzu edebiyata erişince o da öteki Tanzimatçılar şeklinde Divan şiirini edebiyattan bile saymamak ister. Hasan Mellah’ın mukaddimesinde ilk okuduğumda beni oldukça şaşırtmış olan bir cümle sarf eder: “Üç seneden beri edebiyat ve hikemiyata sarf-ı zihin eden bir milletin hemen hemen otuza varmayan erbab-ı kalemi” içinde kendisini de gösterir. Böylece, üç yıldan beri edebiyatla meşgul olan bir milletin asırlar süresince geliştirdiği, bir ihtimal dünyanın en kemale erişmiş şiiri ansızın sıfır oluyor. Ahmet Mithat Batı edebiyatına yönelirken yalnız kendi ahlâkî hasletlerimizi korumayı tavsiye eder. Bunun haricinde bizim eski edebiyatımız diye bir meselesi yoktur. Fakat yanılmış olmayayım, kanaatim, demin söylediğim şeklinde yalnız kitap halindeki eserlerinde gördüğüm kadarıyladır. Mecmua ve gazetelerdeki yazıları incelendiğinde bir ihtimal aynı istikamette yada daha değişik kanaatleriyle karşılaşılabilecektir.
* Tanzimat’ın ilk nesli için gazete önemliydi ve bir “kürsü” vazifesini görüyordu. A. Mithat da Namık Kemal de birer gazeteciydi. Sizce bu iki mühim gazetecinin gazeteye yükledikleri misyon neydi yada gazeteden beklentileri nelerdi?
Orhan Okay: Efendim gazete, resmiyetten çıkıp hususi sektöre geçince, Tanzimat aydınlarının elinde ansızın kuvvetli bir silâh haline gelir. Gazete kitap şeklinde değildir. Kitap tirajlarını az-çok biliyoruz. Bin-iki bin civarında. Fakat kitap satışı senelerce sürer. Gazete öyleki değil. Günlük yada o dönemde olduğu şeklinde haftalık, veya haftada iki kez piyasaya sürülen gazete tirajları da kitaba yakın. 500 ilâ 2000 içinde. Muhteşem haberlerle 5000 hatta daha da fazlasına çıkabiliyor. Mevzumuz açısından gazetenin kitabından en mühim farkı derhal çıkmış olduğu günlerde tükenmesi zaruretidir. Bunun için dönemine bakılırsa bir sansasyonu yakalaması lazımdır. Kitaba bakılırsa toplumun daha değişik bir kesimine hitap etmesi, bunun için de dilinin “giderek umum halkın kolayca anlayabileceği” bir seviyeyi tutturması gerekir. Böylece nazarî olarak birkaç yılda meselâ bin kişinin okuyabileceği kitabın yerini aynı kesime birkaç gün içinde ulaşabilecek gazeteler almaya adım atar. Tabanca söylediğim bu. Genç Osmanlıların, sorunuza bakılırsa Namık Kemal’in Batılılaşmakta ön planda tuttuğu husus rejim davasıdır: Özgürlük, meşrutiyet, parlamento vs. Ahmet Mithat rejim meseleleriyle ilgili kanaatlerini son kez (bir ihtimal ilk kez) sürgün dönüşü değindiği ve yarım kalan Menfâ’da uzun uzadıya açıklar. O da II. Abdülhamid şeklinde eğitim ve kültürün belli bir seviyeye çıkmadığı toplumlarda rejim meselelerini kurcalamanın faydası olmadığı, boşuna vakit kaybedileceği inancındadır. İşte bu farklılık bununla beraber Namık Kemal’in ve Ahmet Mithat’ın gazetecilikteki farklılıklarını gösterir. Öncekiler bu aracı rejim davalarını halka duyurmak için kullanırlar. Ahmet Mithat Efendi ise, devrin derhal tüm dergilerinde oldukça kullanılan bir deyimle “siyasetten mâadâ her şey” için. Böylece gazete Batı’daki ilmî, teknik gelişmelerden, yeni icatlar ve keşiflerden ara sıra da zülf-i yâre dokunmayan devletler arası ilişkilerden bahsedecektir. Ayrıca mühim bir kültür ve edebiyat aracı olma fonksiyonunu da yüklenmiştir. Yeni çıkan kitaplardan, yerli yabancı tiyatro, opera vs.den bahseder. Romanlar tefrika edilir. Bir süre sonrasında da edebiyat sayfaları, edebî ilâveler ortaya çıkar, şiir yarışmaları bile gazete sütunlarında görülür. II. Abdülhamid sürecinin gazeteciliğinin genel karakteri böyledir, bu misyonu da en iyi yüklenenlerin başlangıcında Ahmet Mithat Efendi gelmektedir.
* Edebiyatın güncel meseleleri üstünde durmaya devam edersek sizin yazılarınızda Türkçe’nin güzel bir kullanımıyla karşılaşıyoruz. Yeni kalemlerde ise bu şekilde bir ifade açıklığına rastlamıyoruz. Bu mevzuda gençlere ne tavsiye edersiniz?
Orhan Okay: Efendim, madem ki yazıyoruz, mesleğimizin malzemesi dil anlama gelir. Dile itina etmek gerekir. Türkçede hakikaten büyük bir bozulma var. Doğru ve güzel ifade artık bir oldukça yazarın meselesi değil. Üniversite hocası olarak Türkçeyi fena kullanmanın en bilimsel niteliği olan seviyede eserlere kadar bulaştığını oldukça gördük. Bizim gençlik yıllarımızda, yalnız edebiyat fakültelerinde değil, hukuk, ekonomi hatta pozitif bilimlerde, tıpta, teknik alanlardaki hocaların da oldukça güzel bir Türkçe ile yazdıklarını biliyorum. Şimdi bir dil savrukluğudur gidiyor. Hatta neredeyse bu tarzda konuşmayı, yazmayı bir marifet sayıyorlar. Tıpkı kot pantolonların dizlerini parçalayarak güzel görünmek şeklinde, dili de savruk kullanarak başka bir seviyede güzellik mi arıyorlar ne? Bunda galiba FM radyoların ve tv sunuculuğunun da tesiri oldu. Sabahtan akşama kadar saatlerce konuş da ne anlatırsan anlat komutunu almış çalçene tipler zuhur etti. Kullandıkları argoyu benim anlamam mümkün değil. Esasen anlayıncaya kadar değişiyor ve yerine başkaları geliyor. Bu hal gazeteci diline, giderek daha ciddi yazılara, makalelere etki ediyor. Bu durum birçoklarının umurunda bile değil. Fakat gençler Türkçeyi güzel kullanmayı hakikaten istiyorlarsa evvelâ bunu kendilerine ciddiyetle dert edinmelidirler. Daha öncesi değilse de asla eğer olmazsa yirminci yüzyıl başlarından beri seçkin edebiyatçılarımızın ve düşünce adamlarımızın eserlerini kucak kucak okusunlar. Burada bu eserlerin adlarını vermeğe gerek görmüyorum. Dili doğru ve güzel kullanma eğitiminin en verimli okulları klasik eserlerdir. Bunların okunmasına ne kadar erken başlanırsa hafızada, bilinçaltında giderek bir üslûbun oluşması da o denli erken gelişir. Şimdi artık küçümsenmekte olan güzel metin ezberlenmesinin de bu hususta faydasına inanırım. Şiir hatta düzyazı parçalarının yada bir romandan bir paragrafın zihinde yer etmesi, güzel yazma alışkanlığı kazanmada önemlidir.
* Sizin nesliniz eski kültürümüze daha yakındı. Fakat gittikçe bundan uzaklaşıldı. Gençleri bu eski kaynaklara iyi mi yaklaştırabiliriz?
Orhan Okay: Eski kaynaklara mı? Şu demek oluyor ki yenilere yaklaşıyorlar mı? Gençlerimiz, üniversite öğrencilerimiz, hatta en oldukça okumaları ihtiyaç duyulan edebiyat fakülteleri öğrencileri, şu kadar binlere ulaşan öğretmenlerimiz, öğretim üyelerimiz acaba yılda kaç kitap okuyabiliyorlar? Türkiye’de yarım yüzyıldan beri okuma oranı hep düşüyor. Doğrusu ben hocalık hayatımda bu düşüşü önleyecek sırrı keşfedemedim. Bu bakımdan başarıya ulaşmış bir hoca olamadım. Okur-yazar sayısı arttıkça, üniversitelerimiz çoğaldıkça okuyan insanımız azaldı. Nerede kaldı ki eski kaynaklara yaklaşmak? Daha kırk elli yıl evvel yazılmış eserlerin dilini ağır kabul eden bir nesle daha öncekilerini okutmak hayaldir. Doğrusu yakın bir gelecek için pek iyimser değilim. Dilin yenileşmesi ve ayrıca pek oldukça kayba uğramasıyla birlikte geçmiş kültürümüzün eserleri de müze objeleri şeklinde yalnız uzmanlarına hitap eder oldu. Fakat sorun yalnız dilin değişmesinde değil. Söylediğim şeklinde her şeyden ilkin okumaya saygınlık kalmadı. Sonrasında da büyük kıymet yargılarını kaybettik. İyi, güzel ve doğru nedir? Tüm bunların yerini ekonomik değerler, maddî hazlar ve daha rahat yaşamayı sağlayacak alet yığınları aldı. Türk toplumuna ârız olan ve epey uzun süredir devam eden bu hastalığın şifasını kimden umalım?