Rıza Tevfik Bölükbaşı | Türk Dili ve Edebiyatı

Rıza Tevfik Bölükbaşı (d. Edirne, 7 Ocak 1869 – ö. 30 Aralık 1949, İstanbul) Yazar, ozan, siyasetçi.

Rıza Tevfik Bölükbaşı

Rıza Tevfik -o zaman- Edirne’ye bağlı Cisr-i Mustafapaşa nahiyesinde dünyaya geldi. Babası, Hoca Mehmed Efendi, anası Kafkasya’dan kaçırılarak İstanbul’a getirilmiş bir Çerkez kızı olan Münire Hanım’dır.

İlk tahsiline dört buçuk yaşlarında iken doğduğu kasabada adım atar. Kaymakamlık görevinden çekilme ederek İstanbul’a gelen babasının Türkçe derslerini verdiği Sion Mektebi’nde tahsiline devam eder. Burada Fransızca İbranice’yi öğrenir. Sonrasında Beylerbeyi ve Dayutpaşa Rüştiyelerine devam ederse de babasının izmit Savcı yardımcılığına belirleme edilmesi üstüne tahsili yarım kalır.

İzmit’te ailece sıtma hastalığına yakalanırlar; yedi ay sonrasında anası bu hastalıktan ölür. İstanbul’a geri dönerler Babası, Nergis Eda isminde bir hanımla evlenir. İzmit’den dönüşlerinden kısa bir süre sonrasında babasının aynı görevle Gelibolu’ya tayini çıkar (1882).

Rıza Tevfik, Gelibolu’da Rüşdiye’ye devam eder; buradan birincilikle mezun olur. Gelibolu günleri onun için unutulmaz hâtıralarla doludur. Şiirle ilgisi o günlerde adım atar. O yılları anlatırken:

“Ben o süre on beş yaşımı ikmâl etmiştim. En güzel ve tamamiyle hür ve derhal her veçhile bahtiyar geçen devr-i tufuliyetimi, o dilber ve mefâhir-i tarihiye ile, an’anât-ı zaferle dolu memlekette geçirdim ve bu yaşımda tabiatın her türlü cilve-i hüsnüne meftun bir çocuktum. Bende birazcık mizac-ı şairane var ise muhitin eser-i feyzidir. Bu yaşımda şiir zevkinden hisse almağa başlamıştım. Tabiatle de pek samimi bir münasebetim vardı.” (Son Çağ Türk Şâirleri, s. 1488).

1866 senesinde Gelibolu’dan İstanbul’a gelmiş olarak Galatasaray Sultanîsi’ne parasız yatılı olarak kayıt olur. Haylazlığı yüzünden iki yıl üstüste sınıfta kalınca tekrardan Gelibolu’ya döner. Bir yıl sonrasında babası, Rıza Tevfik’i, İstanbul’a getirerek Mülkiye Mektebi’ne kaydettirir (1887). Bu okuldaki günleri, kendi ifadesiyle pek parlak devri olmuştur. O sıralarda okulun öğretim kadrosunda seçkin kişilerin olması Rıza Tevfik’in edebiyata olan ilgisini artırır. 1890 senesinde bir jurnal neticesinde hocalarının büyük bir kısmı görevden uzaklaştırılınca öğrenciler isyan eder. Bu vaka üstüne, harekete katılan Rıza Tevfik de bazı dostlarıyla beraber okuldan atılır. Aynı yıl babası vefat eder. Bunun üstüne Mülkî Tıbbiye’nin imtihanlarına girer ve kazanır. Siyasî vakalara karıştığı ve bir dahiliye subayına karşı geldiği için tekrardan okuldan atılma durumuna düşer. Tophane Müşiri Parlak zeka Paşa’nın vesilesiyle affedilir. Bir süre sonra, öğrencilere konuşma vermesi jurnal edilir ve hapse atılır. Bu sefer Zaptiye Nazırı Nazım Paşa’nın yardımıyla kurtulur. Sadece, kendisini jurnal ettiğine inanılmış olduğu bir Ermeni kitapçıyı dövünce yine hapishaneye düşer. Burada da rahat durmayıp mahkûmları isyana teşvik eder. Bilâhare, başka yere nakledileceği söylenerek özgür bırakılır.

Rıza Tevfik, gene Parlak zeka Paşa’nın yardımıyla Tıbbiye’ye kabul edilir. Ayrıca akrabaları, yaşamının düzene girmesi için onu, Darülmuallimat müdiresi Ayşe Sıdıka Hanım’la evlendirirler. Mülkî Tıbbiye’yi sadece 1899’da bitirir. Fakat adının bir fazlaca vakaya karışması yüzünden mezuniyet belgesi verilmediği şeklinde, İstanbul dışına çıkması da yasaklanır. Bir süre vazife alamayan Rıza Tevfik, Cenab Şehabeddin‘in tavsiyesi üstüne Karantina İdaresi’nde hekim olarak göreve adım atar. Hacca giden bir vapurla yurt dışına kaçmak isterse de haber alınır ve Çanakkale’den geri geri dönmek mecburiyetinde kalır. Bunun üstüne İstanbul Gümrüğündeki Ecza-yı Tıbbiye ye müfettiş olarak belirleme edilir. Ek olarak Mülkî Tıbbiye Cemiyeti ne üye olur. Buralardaki görevi 1908 yılına kadar devam eder.

Rıza Tevfik, 1907 senesinde Manyasîzâde Refik Bev’in ısrar ve vesilesiyle süre gizli saklı etkinlik gösteren Ittihad ve Terakki Cemiyeti’ne girmiştir. 11. Meşrutiyet’in ilân edilmiş olduğu (1908) sıralarda Istanbul halkına yapmış olduğu Meşrutiyefi övücü mahiyetteki konuşmalarıyla dikkatleri üstüne çeker Aynı, yıl, Edirne’den milletvekili seçilerek Millet Meclisi’ne girer.

İttihad ve Terakkî Partisi’nin izlediği politikayı beğenmeyerek onlara karşı muhalefete adım atar. Parti içindeki öteki muhaliflerin 1912 de Özgürlük ve İtilaf Fırkası’nı kurması üstüne onlara dahil olur. Siyasî faaliyetlerine devam eden Rıza Tevfik, aynı yıl içinde yapmış olduğu bir konuşmadan dolayı bir ay hapis yatmak zorunda kalır. Buna karşın muhalefete devam eden Rıza Tevfik, Gümülcine’de bir konuşma esnasında partili arkadaşlarının hücumuna uğrar ve dövülür. Meclisin dağılmasından sonrasında bir yıl boşta kalır.

Balkan Savaşı sonrası Kâmil Paşa’nın yardımıyla Karantina Meclisi’ne üye olur. Buradaki görevi Umumî Harb’in sonuna kadar devam etmiştir. Aynı yıllarda Darülfünûn’da felsefe dersleri de vermiştir. Bazı kaynaklarda Rehber-i İttihad-ı Osmanî Mektebi’nde ders verdiği ifade edilmektedir.

Rıza Tevfik, 1918’de Özgürlük ve İtilaf Fırkası iktidar olunca Maarif Nazırı (Ulusal Eğitim Bakanı) olur. 1919 ve 1920 yıllarında da iki kere Şûrâ-yı Devlet Başkanlığı’na belirleme edilir. 1919 senesinde Paris’e konferansa giden barış heyetine müşavir olur. 10 Ağustos 1920’de ise Sevr Antlaşması’m imzalayan heyette bulunmuştur. Gerek bu durum, gerekse bu antlaşmayı imza etmiş olduğu kalemini edebiyat hocalığı yapmış olduğu Amerikan Kız Koleji’ne armağan etmesi Darülfünun öğrencilerinin büyük tepkisine sebep olmuştur. Bu yüzden Cenab Şahabettin ve birkaç arkadaşıyla beraber görevinden çekilme etmek zorunda kalır.

Rıza Tevfik, başlangıcından beri Millî Savaşım‘nin aleyhinde olmuştur. Onun bu tavrı, Millî Savaşım’nin zaferle sona ermesi üstüne 1922’de Türkiye’yi terketmesine sebep olur. Ilkin Kahire’ye, bir kaç ay sonrasında Ürdün Emiri Abdullah’ın davetlisi olarak Mekke üstünden Amman’a geçer. Amman’da Buyruk Abdullah’ın divan tercümanlığına belirleme edilen Rıza Tevfik, bir süre sonra Sıhhiye ve Asar-ı Atıka Müdürlüğü’ne getirilir. 1928’de New York’a evlatlarının yanına gider. Bir yıl sonrasında yine Amman’a döner. 1934’te emekli oluncaya kadar orada ki görevine devam eder. Emekli olunca Lübnan’ın Cunye nahiyesine yerleşir. Yüzelliliklerin affı mevzusundaki af kanunun çıkmasından bir kaç yıl sonrasında ihtiyarlamış bir halde İstanbul’a döner ve 30 Aralık 1949’da hayata gözlerini yumar.

Yirmi yıla yakın süre, sürgünde yaşayan Rıza Tevfik, memleket hasreti içinde, zor günler geçirmiştir. Bu duruma sebep olan hareketlerinden dolayı pişmanlığını belirtirken:

“.. Hakikatte hükümet hizmetine girmiş olduğuma şiddetle nadim (pişman) oldum. Kâşki (keşke) kendi zevkime bakılırsa ulûm (ilimler) ve felsefe ve şiirle zaman geçirmiş olsa idim, bir ihtimal iki odalı bir evim olurdu. Ve ömrüm de yok yere heder olmazdı” diye yazar. (Son Çağ Türk Şâirleri, s. 1490)

Dr. Rıza Tevfik, fazlaca cepheli bir kişiliğe haizdir. Fakat daha fazlaca bir dönem damgasını vuran şiirleriyle tanınır. Daha ilk öğrenimine başladığı Musevî Mektebi’nde Fransızca ve İbranice’yi iyi bir halde öğrenmiştir. Kendi gayretleriyle İngilizce, İspanyolca, Farsça, Rumca ve Ermeniceyi öğrenen Rıza Tevfik; sürgün yıllarında Arapçasını son aşama geliştirir. Gerek Doğu, gerekse Batı kültürlerindeki ilgi alanını geliştirmiştir. Minik yaşlarından itibaren edebiyat ve şiirle yakından ilgilenmeye başlamış, öğrencilik yıllarında yöneldiği felsefe merakı ve araştırması ömrünün sonuna kadar devam etmiş; Türk folklor ve sanatı üstüne makaleler kaleme almış; bir taraftan siyasetle uğraşırken, öteki taraftan doktorluk yapmıştır.

Rıza Tevfik’in şiirle ilgisi Gelibolu’da geçirdiği çocukluklarında adım atar. Burada çevrenin, tabiatın ve gittiği âşık toplantılarının karakteri üstünde büyük tesiri olmuştur.

1887’de, İstanbul’a ulaştıktan sonra ilk şiirlerini kaleme almaya adım atar. Ilkin Abdülhak Hâmit ve Tevfik Fikret‘in tesirinde kalır; bunu kendisi şu şekilde ifâde eder:

“Abdülhak Hâmit olmasa idi bir ihtimal yalnız güzel şiirler okumak zevkiyle iktifa ederdim de şiir yazmak hevesine kapılmazdım. Fakat onlara özendim ve ötekilerden ziyâde Hâmid’in sihir-i tesirine tutuldum. Ona herkesten ziyâde medyundum. Bazı âsârını şiddetle eleştiri etmiş olduğum hâlde şâir olarak onu hepsinden üstün tutarım.” (Son Çağ Türk Şâirleri, s. 149)

Şairliğinin ilk yıllarında Servet-i Fünûn topluluğuna yaklaşmış, fakat belirli bir edebî akıma bağlanmamıştır. Servet-i Fünûn taraftarlarıyla dost olmasına karşın sonraları onları eleştiri eder; zevklerindeki hususiyeti acayip, fikirlerini karışık, dillerini göstermelik ve nihayet faaliyetlerini devrin karışık ortamında arızalı bir yenilik olarak telakki eder.

Rıza Tevfik, ilk şiirlerini aruzla yazmıştır. Aynı yıllarda yazdığı dil, edebiyat, felsefe ve estetikle alâkalı yazıları ve şiirleri Mektep, Maarif, Hazme-i Fünûn, Resimli Gazete ve Çocuk Bahçesi şeklinde mecmualarda yayınlanır. Bu dönem şiirlerinde egemen tema felsefî problemlerdir. Ölüm, varlık, Tanrı kavramlarını karamsar bir ruh haliyle ele alır.

Rıza Tevfik, 1905’ten sonrasında Mehmed Güvenli‘in öncülüğünü yapmış olduğu şiir akımına bağlı kalır. Hece vezniyle ve mütevazi dille yazdığı bu tür şiirleri edebî çevrelerce beğenilmiş, kendinden sonrasında yetişen bazı şairlere kaynaklık etmiştir. 1934 senesinde gösterilen Serab-ı Ömrüm isminde kitabındaki şiirlerden bir kısmı bunlar arasından seçilmiştir. Bunlar biçim itibariyle saz şâirlerinin “koşma” ve “divan” tarzındaki şiirlerine benzemekle birlikte Avrupai” Türkşiiri çerçevesinde ele alınacak türdendir. Rıza Tevfik’in. şöhretini kazanmasına sebep olduğu söylenen tamamen âşık tarzında yazıya döktüğü şiirleri sayıca fazla değildir. Ek olarak Bektaşî Tekkesi’ne bağlı olan şâir bu alanda da bir kaç şiir yazmıştır.

Yazınsal çevrelerin, Rıza Tevfik’in yeni tarzda yazdığı şiirlerini bu alanda büyük bir öncülük ve yenilik olarak değerlendirmelerine karşın, o; bunların daha ilkin Anadolu ve İstanbul’daki tekkelerde mevcut bulunduğunu, kendisinin bunu yalnız açığa çıkardığını ve birazcık da şekillendirdiğini ifâde eder. Şairliği hususunda şu şekilde der:

“Bende duyarlı mizacımdan başka sermâye yoktur ve kesinlikle itikadım şudur ki, benim şairliğim kemâl-i sıdk u ihlâs ile gönlümün tercemanı olabilmek hünerinden ibarettir. Benim kadar ihlâsı, terbiye-i fikriye ve kudret-i beyanı olan hepimiz benim kadar şâir olabilir. Dünyanın tüm şâirlerine nisbetle bizim mertebemiz pek küçüktür.” (Son Çağ Türk Şâirleri, s. 1494).

Rıza Tevfik’in sanat ve edebiyat ile alakalı görüşlerini, Ruşen Eşref‘in onunla yapmış olduğu ve “Diyorlar ki” isminde eserine almış olduğu mülakatta görüyoruz. Bilhassa II. Meşrutiyet’ten sonrasında şiir alanında gösterdiği yenileşme ve değişimleri, orada izaha çalmış olduğu eski edebiyat ile alakalı fikirleriyle daha iyi değerlendirmek mümkündür. Rıza Tevfik,

“Gene zannediyorum ki bazı tenkitçilerin iddiası şeklinde, eskiliği yeniliği Arapça, Farsça terkiplerin azlığında yada çokluğunda aramamak; aksine bir hâdiseyi tasarım ediş, kavrayış, anlayış tarzlarında ve gerçek zevkleri gösteren, bu tarz şeyleri temsil eden istiarelerde, teşbihlerde aramalıdır.” diyor (Diyorlar ki, yeni baskı, haz.: Ş. Kutlu, İst., 1972, s.123)

Hece ve aruz vezni mevzusundaki bir soruya verdiği cevapta da, dilin o günkü hâlinden kolay kolay kurtulamayacağını, bu sebeple de aruzun bir süre egemen olabileceğini söyleyen Rıza Tevfik, hece vezniyle yazılan şiirlerin halkın ilgisini çekeceğini ifâde eder.

Rıza Tevfik, felsefeyle olan ilgisinden dolayı “Feylesof” unvanını almıştır. Mülkiye Mektebi’nde talebe iken süregelen tutkusu batılı filozofların, bilhassa İngiliz Herbert Spencer ve Hukuk Profesörü Holtzendorff ‘un tesirinde kalmasına sebep olmuş; bu şahsiyetlerin tesiriyle ferdiyetçi bir felsefe görüşünü benimsemiştir. Türkiye’de lise seviyesinde felsefe dersi verilmeye başlanması onun gayretleriyle gerçekleşmiştir.

Darülfünun Edebiyat Fakültesinde ilkin felsefeyle ilgili konferanslar veren Rıza Tevfik, 1918 yılından sonrasında aynı okulda felsefe hocalığı yapmıştır. Bu mevzuda bir fazlaca yazısı devrin bazı mecmualarında yayınlanmış, hatta bir felsefe sözlüğü yapmaya çalışmış; sadece bu, yarım kalmıştır. Hilmi Ziya Ülken, onun bu yönünü şu şekilde değerlendirir:

“Geniş bilgisi, hoşsohbetliği, şairliği ile sistemci filozoflara, kuru âlimlere asla benzemeyen Rıza Tevfik, felsefe kadar tarih, edebiyat ve şiir vadilerinde gezdiği halde dâima filozofluğu benimser, en fazlaca bundan hoşlanırdı. Bu hiçbir süre heveskârlık değildi. İnsanlık tarihinde düşünce çığırları açmış, sistem kurmuş filozoflara bakıp da ondan bu sıfatı esirgeyenler haksızlık etmiştir.” (Yeni Sabah, 9 Ocak 1950).

Şâir, felsefî mevzularda şiirler de yazmıştır. Bunlar umumiyetle aruz vezniyledir.

II. Meşrutiyet’ten sonrasında yazdığı şiir ve yazıları Ulûm-i iktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası, İçtihad, Atî, İleri, Muhibbân, Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, Türk Yurdu, Peyâm-ı Sabah, Peyâm-ı Edebî, Fikir ve Data şeklinde çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlamıştır.

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Eserleri

  • Les Textes Houroufis (Clement Huart’la beraber. Yapıt Hurufi tarikatına ilişkin Paris Millî Kütüphanesinde bulunan bazı yazma risalelerin Fransızcaya tercümesidir. Leyden/Hollanda, 1909);
  • Felsefe Dersleri (Darülfünûn’daki hocalığı esnasında okuttuğu Umûmî Felsefe, derslerinin notları. İst., 1914/1915;
  • Mufassal Kâmus-ı Felsefî (Tüm felsefî ıstılahların Arapça, Yunanca, Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca karşılıklarıyla verildiği bir yapıt. Toplam on bir cilt olarak düşünüldüğü halde iki cildi yayımlanmıştır. 1914-1919):
  • Abdülhak Hâmid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi (İst., 1919);
  • Ömer Hayyam’ın Felsefesi (Bu kitabın hal tercümesi kısmını Hüseyin Daniş yazmıştır. İM., 1919, II. baskı 1945) (Bu eserle ilgili olarak kaynaklarda değişik bilgiler veriliyor. R.Tevfik kendisi eserin adını yukarıdaki şeklinde belirtirken, A.Uçman “Rübaiyat-ı Ömer Hayyam” ismiyle veriyor. Bu kaynakta baskı zamanı 1922’dir. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ‘nde “Ömer Hayyam‘ın Felsefesi” olarak gösterilirken, 1927’de basılmış olduğu belirtiliyor. Eserin 1945’te meydana getirilen baskısı “Ömer Hayyam’ın Rubaileri” adını taşımaktadır.);
  • Serab-ı Ömrüm (Bazı şiirler, Kıbrıs, 1934, 2.baskı: 1949);
  • Tevfik Fikret (1943).

Kaynakça: Mahmud Kemal İnal: Son Çağ Türk Şâirleri, s.1486-1502. Kenan Akyüz: Batı Tbsirinde Türk Şiiri Antolojisi, 3.bas., Ank., 1970, s.461498. Hilmi Yücebaş: Felsefeci Rıza Tevfik, 5.bas., İst., 1978, Ruşen Eşref Ünaydın: Diyorlar ki (Yeni bas., Haz.: Şemseddin Kutlu, İst., 1972, s. 121-140. Abdullah Uçman: Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makalelerı.Ank., 1982. Abdullah Uçman: Rııza Tevfik, Ank., 1986. Hakkı Tarık Us: Elli Yıl. 1943 (?), s.61. Nihad Sami Banarlı: Resimli Türk Edebivatı Zamanı, s.1146-1150. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 1.cilt, 1977, s.364-366. Türk Ansiklopedisi, 8.cılt. s.37.

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Şiirlerinden Örnekler

Uçun Kuşlar!

—”Sevgili oğlum Mehmed Said’e”

Uçun kuşlar uçun!. Doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sünbül vardır.
Ormanlar koynunda, bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.

O çay ağır’akar bitkin mu bilmiyorum?
Mehtabı hasta mı. solgun mu bilmiyorum?.
Yaslı gelin şeklinde mahzun mu bilmiyorum?
Yüce dağ başlangıcında siyah tül vardır.

Orda geçti benim güzel günlerim.
O demleri anıp bu gün inlerim:
Destan-ı ömrümü okur dinlerim
İçimde oralı bir bülbül vardır.

Uçun kuşlar uçun! Burda vefa yok!.
Öyleki akar sular, öyleki hava yok!
Feryadıma karşı aks-i sadâ yok!
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.

Hey Rızâ, kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın!
Sende -derya gibi- dâima taşkın,
Dâima çalkanır bir gönül vardır!

Divan

Yıkım bağını gezdim serseri,
Feryad ü zarımı duyan kalmamış,
Aradım o şahin, yiğit erleri,
Yattıkları yerden nişan kalmamış

Kapılar kapanık, bacalar tütmez,
Kimsecik o çölde bir koyun gütmez,
Ağaçlar kurumuş, bülbüller ötmez,
Baykuşlarda bile figan kalmamış,

Gülleri soldurmuş elem yaşları,
Karalar bürümüş yaslı başları;
Köyleri kuşatmış mezartaşları,
Sesime ses verir bir can kalmamış.

Taliin o yaman, kanlı elleri
Eşinden ayırmış hep güzelleri
Şehitlerle dolmuş gurbet elleri
Kan ağlamadık bir cihan kalmamış

Hanedan kişiler hep yoksul olmuş
Düşman kapısında bağlı kul olmuş
O nazlı gelinler şimdi dul olmuş
Cemiyyet dağılmış, canan kalmamış

Asla anılmaz olmuş atalar adı
Beşikte bırakmış ana evladı
Kırılmış yetimin kolu kanadı
Zulüm pençesinden aman kalmamış

Düşmanın sitemi yürekler ezer
İnsan bu kahr ile canından bezer
Gülşende yabancı köpekler gezer
Erler meydanında insan kalmamış

Bende bu ye’s ile rahat uyku yok
Oysa kimsede tasa kaygu yok
Korku yok, ümit yok saygı duygu yok
Kimsede hasılı vicdan kalmamış.

Sırr-ı Hak aşikar her bahanede
Gül biter mi artık bu viranede
Şu harab ihtimaller içinde matemhanede
Bizlerden özge garib mihman kalmamış.

Hey Rıza, ne acep sevdaya düştün
Aslı faslı yok bir davaya düştün
Vatan uğrunda bin belaya düştün
Her yer gömüt olmuş vatan kalmamış

Gözlerin

Ruhumda gizli saklı bir emel mi arar
Gözlerime bakıp dalan gözlerin?
Aklıma gelmedik bilmece sorar
Beni hülyalara salan gözlerin!

Nigâhın gönlüme – ey perî – peyker! –
Leyâl-i hasretin hüznünü döker;
Karanlıklar şeklinde yığılır çöker
İçimde yer edip kalan gözlerin!

Huzûrunda bâzen benliğim erir,
Tavrın hulûsumdan şübhe gösterir.
Bâzen de ne olmaz ümidler verir
Sabr ü karârımı alan gözlerin!

Gamzende zâhir, ey ömrümün vârı! .
Füsûn-ı hüsnünün tüm esrârı.
Neşr eder âleme reng-i bahârı
Koyu menekşeye çalan gözlerin!

Sihirdir, şüphesiz, tüm bu şeyler;
Bakışın zihnimi perişan eyler.
Bana aşk elinden efsaneleşmiş söyler,
Aşka inanmayan yalan gözlerin!

Sorma Hocam

Bana sual sorma, yanıt müşküldür,
Her sırrı ben sana açamam hocam.
Hakkın hazinesi darı değildir,
Cami avlusunda saçamam hocam.

Kayd-i âhiretle düşmem mihnete,
Ben burda memurum şimdi hizmete,
Hayvan otlatırken gidip cennete,
Sana hülle donu biçemem hocam.

Miracı anlatma, eşek değilim,
Bildiğin kadar da melek değilim,
Günahkâr insanım, ördek değilim,
Bu ağır gövdeyle uçamam hocam.

Halka korku verme velvele salıp,
Dünya ve âhiret bu köhne kalıp,
Ben softa değilim cübbemi alıp,
İmaret imaret göçemem hocam.

Ölümden ürker mi sav ölen kimse?
Çoktan mazhar oldum ben hak nefese,
Bu demi sürerken ecel gelirse,
İşimi bırakıp kaçamam hocam.

Şarabı men etme, o değil hüner,
Aşıkım bâdesiz pek başım döner,
Gönlümde muhabbet ateşi söner,
Özrüm var, mütevazi su içemem hocam.

Nâr-ı cehennemi önüme serme,
Günahımı döküp kaygular verme,
Kitapta yerini bana gösterme,
Ben pek o yazıyı seçemem hocam.

Feylesof Rıza’yım dinsiz anlama,
Dini ben öğrettim kendi babama,
Her ipte oynadım cambazım amma,
Sırat köprüsünü geçemem hocam.

Aşk İle Eğlenen Bir İşvebaz

Güzelim afetsin lakin ben sana
Divane olsam da aşık olmazdım.
Pek açık söylersem darılma bana
Aşık olsam bile sadık olmazdım.

Sen şeklinde şahbazlar semiz kaz arar.
Bilirim fazlaca alık aşıkların var.
Ben bu koleksiyona girsem de çaresiz
Onların birine faik olmazdım.

Ben de senin şeklinde çapkınım birazcık
İki cambaz aynı ipte oynamaz
Beni sevsen bile sen ey işvebaz
Ben o muhabbete layık olmazdım.

Göz Aşinalığı

İsmini bilmezdim fakat tanırdım,
Ne yosma bir çiçek takışı vardı.
Kızıl saçlarını ateş sanırdım,
Güneş nuru şeklinde yakışı vardı.

Öyledir, gün, şafak söktüğü süre,
-Göllere gölgeler çöktüğü zaman-.
Saçını çözüp de döktüğü süre,
Dalga dalga düşüp akışı vardı.

Hüsnünde bir eda var ki asıydı,
Beni harab eden o edasıydı,
Sevdalı gönlümün aşinasıydı,
Yüzüme bir şirin bakışı vardı.

(Toplam: 67, Bugün: 1 )

Leave a reply:

Site Footer