Seyahatname, Evliya Çelebi tarafınca 17. yüzyılda yazılmış olan bir seyahat kitabıdır. 10 ciltten oluşur. Gerçekçi bir gözle izlenen vakalar, yalın ve duru, bazen da fantastik bir ifade içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, gene halkın anlayacağı deyimler çokça kullanılmıştır.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde gezip görmüş olduğu bölgeleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Vakalara bir çok kere alaycı bir tavırla yaklaşan Evliya Çelebi, kimi zaman naklettiği vakaları renklendirmek amacıyla uydurma haberler ve vakalar da ortaya atmış, okuyucunun ilgisini çekmek için aklın alamayacağı acayip vakalara da yer vermiştir.
Evliya Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatnâme’si, tüm görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça mühim bilgiler içermektedir. Yapıt bu yönden Türk Kültür zamanı ve seyahat edebiyatı açısından mühim bir yere haizdir.
Seyahatname Ciltler:
Seyahatine dair bıraktığı 10 ciltlik Seyahatname’nin mevzuları şu şekildedir.
I. Cilt: İstanbul ve civarı Eserin birinci cildinde İstanbul’un târihi, kuşatmaları ve kurtarılışı, İstanbul’daki mübârek makamlar, câmiler, Sultan Süleyman Kânunnâmesi, Anadolu ve Rumeli’nin mülkî taksimâtı, çeşitli kimselerin yaptırdığı câmi, medrese, mescit, türbe, tekke, imaret, hastane, konak, kervansaray, sebilhane, hamamlar… Fatih Sultan Mehmed zamânından îtibâren yetişen vezirler, âlimler, nişancılar, İstanbul esnâfı ve sanatkârları yer verilmiştir.
II. Cilt: Nisan 1640’ta yapmış olduğu Buca, Batum, Trabzon, Kafkasya, Girit seferi, 1645’te Erzurum, Azerbaycan ve Gürcistan. Osmanlı Devletinin kuruluşu, İstanbul’un fethinden önceki Osmanlı sultanları, Bursa’nın âlimleri, vezirleri ve şâirleri.
III. Cilt: Şam-Suriye, Filistin-Urmiye, Sivas, El-Cezire, Ermenistan, Rumeli (Bulgaristan ve Dobruca)
IV. Cilt: İstanbul’dan Van’a kadar yol üstündeki tüm kent ve kasabalar, Evliyâ Çelebi’nin elçi olarak İran’a gidişi, İran ve Irak hakkında bilgiler.
V. Cilt: Van, Basra seyahatinin sonu, Oçakov seyahati, Rakoçzi’ye karşı sefer, Rusya seferi, Anadolu asilerine karşı hareket, Çanakkale yolu ile Bursa’ya avdet, Boğdan’a gidiş, Transilvanya seyahati, Bosna’ya gidiş, Dalmaçya seferi, Sofya’ya avdet.
VI. Cilt: Transilvanya seferi, Arnavutluk’a gidiş, İstanbul’a avdet. Macar seferi, Uyvar’ın muhasarası, müellifin 40.000 Tatarla, Avusturya, Almanya, Flemenk’e ve Baltık Denizine kadar gitmesi. Uyvar’ın zaptı, Belgrad’a avdet. Hersek’e gönderilmesi, Raguza seyahati, Karadağ seferi, Kanija seferi ve Kanizsa-Hırvat memleketi.
VII. Cilt: Avusturya, Kırım, Dağıstan, Deşt-i Kıpçak, Esterhan.
VIII. Cilt: Kırım, Girit, Selanik, Rumeli.
X. Cilt: Garbi Anadolu, Suriye, Mekke ve Medine seyahati.
X. Cilt: Mısır.
Sehayatname’nin Özellikleri:
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir vakit dilimi içinde gezdirilmiş olduğu yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için mühim araştırma ve yorumlara da olanak sağlar.
Seyahatname’nin ihtiva ettiği mevzular, belli bir emek harcama alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi’nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, bilhassa Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha oldukca günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer keyifli ve alaycıdır.
Evliya Çelebi gezdirilmiş olduğu yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak seyahat yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın ifade bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden doğar. Ifade belli bir vakit süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zaman içinde geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zaman içinde istediği benzer biçimde oynaması sonucudur.
Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki vakası, yerinde görmüş benzer biçimde anlatır, böylece vakit terimini ortadan kaldırır. Seyahatname’de, yazarın gezdirilmiş olduğu, görmüş olduğu yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma mevzusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar içinde öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, engel, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları mühim bir yer meblağ Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra benzer biçimde değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece mevzuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.
Seyahatname’nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden detaylı halde söz edilir. Evliya Çelebi’nin eseri dil bakımından da önemlidir.
Yazar, gezdirilmiş olduğu yerlerde geçen vakaları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si oldukca ün kazanmasına karşın, bilimsel bakımdan, geniş bir araştırma ve emek harcama mevzusu yapılmamıştır. 1682’de Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğü sanılmaktadır.
Evliya Çelebi’nin Kültür Tarihindeki Yeri / Gümeç Karamuk:
Filolojik bir araştırma olmayan bu yazıda Evliya Çelebi’nin kendi anlatımından sadece yansıyabilen bazı kişilik özellikleri ve Seyahatnamesi’nin kültür zamanı bakımından kaynak kıymeti benzer biçimde bir iki soruna sınırlanıldığından, eserinin içeriğine yönelmekle yetinilmiştir. Ek olarak Evliya Çelebi araştırmalarının herhalde temel problemi olan hayal ve gerçeklik ayrımı da burada aslolan mevzu olarak incelenmeyecektir; alanın uzmanları bu meseleyle etraflıca uğraşmaktadırlar.
Bu benzersiz Osmanlı gezmen ve anlatı ustasının yaşamış olduğu seneler (1611-1683/1684) IV. Murad’ın ve Köprülü sadrazamları Mehmed ile Fazıl Ahmed’in yönetimleri altında iç politikada iki kere toparlanabilmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun duraksama sürecinin sonlarına rastlar. Murad’ın saltanatındaki toparlanmada Otuzyıl savaşının da bir tesiri olmuştur; bu kargaşa yıllarında Osmanlı Devleti -geçici de olsa- Avrupa cephesinde rahatlayabilmiştir. Sadece, bunun haricinde 17. yüzyıl İmparatorluk için yönetim uygulamalarının yozlaşmasıyle el ele giden, ekonomik ve toplumsal sıkıntıların yaygın olduğu bir çağdır.
Anadolu Celâli ayaklanmalarıyle sarsılırken, İstanbul bazen Yeniçerilerin ve değişik saray hiziplerinin çatışma alanına dönüşüyordu. İran ile açık çatışmanın Kasr-ı ?irin antlaşmasıyle (1639) geçici olarak son bulmasından rahatlayan Osmanlı İmparatorluğu Venedig’e, Lehistan’a ve Alman İmparatoru’na karşı daha geniş çapta cenk girişimlerine yönelmiştir ki bu politika İkinci Viyana kuşatmasıyle doruğuna ulaşmıştır.
Bu tarih çerçevesi içinde Evliya Çelebi’nin hayatına dair bugünkü data, bir tek kendisinin seyahat anılarının arasına serpiştirdiği açıklamalarından ibarettir. Bu açıklamalara nazaran kendisi 1648 senesinde yüz on yedi yaşlarında ölmüş bulunduğunu söylediği Saray Kuyumcubaşısı olan Derviş Mehmed Zıllî’nin oğlu olarak 25 Mart 1611’de İstanbul’da doğan. Fatih Sultan Mehmed zamanında Sancakbeyi olan buyükbabası, Germiyanoğlu Yakub Bey’in yada Hoca Ahmed Yesevî’nin ardıllarından olarak Konstantinopolis’in kurtarılışı esnasında 1453’te Kütahya’dan İstanbul’a taşınmış.
Soykütüğünü böylesine saygı duyulan atalara dayandırdığı benzer biçimde, I. Ahmed’in sarayına bir Kafkaslı cariye olarak girmiş olan annesinin de atalarını ve akrabalarını onurlandırmayı dikkatsizlik etmeyen ve birkaç senelik Medrese öğrenimi esnasında usta bir bellek dönüşen Evliya Çelebi, sonraki sadrazam Melek Ahmed Paşa olan dayısının yardımıyle 1635 senesinde Enderun’a girebilmiş ve buranın eğitiminden geçmiş.
Doğduğu şehiri on yıl süresince araştırdıktan sonrasında 1640 senesinde saraydan ayrılıp Bursa, İzmit, Trabzon ve Kırım’a yapmış olduğu gezilerle uzun gezgincilik yıllarını başlatmış. Bundan bu şekilde bazen İstanbul’da verdiği aralarla Doğu Anadolu ve İran’a, Ortadoğu ve Balkan eyaletlerine, hatta İsveç ve Hollanda’ya da kâh yüksek makam sahiplerinin, saray görevlilerinin yada yabancı diplomatların maiyyetinde, kâh ulak, sınır gazisi yada hususi şahıs olarak gezilere çıkmış. Ek olarak peşpeşe değişik eyatletlerde görevlendirilen dayısı Melek Ahmed Paşa’nın devamlı refakatçısıymış. Gezilerini taçlandırmak için nihayet 1671 yılından itibaren Rodos üstünden Mısır, Sudan ve Habeşistan’a kadar genişlettiği bir hac yolculuğuna çıkmış. Mısır’da ortalama on yıl kalmış.
Evliya Çelebi’nin ölüm zamanı araştırmacılar tarafınca Seyahatname’de 1682 yılı için zikredilen Hicaz’daki sel felâketi ile değinilmeyen İkinci Viyana kuşatması arasına yerleştirilmiş ve Seyahatname’de en geç yıl kaydı olarak yer edinen 1094 (1683) zamanı – sözcüklerle yazılmış olmasına karşın – bir kopya hatası olarak kabul edilmişti, ta ki Kreutel incelemelerinde Seyahatname’nin birçok yerlerinin “vakadan çıkarsamalar” (vaticinationes ex eventu) içerdiklerini ve bundan dolayı Evliya Çelebi’nin 1683’te hayatta olmuş olması icap ettiğini ortaya koyana kadar.
Seyahatname’nin son cildinin, daha önceki bölümlerde kehanet biçiminde değinilen, gerçekte ise yaşanmış olan olayların artık etraflıca anlatılmadan ansızın son bulmasıyle de desteklenen Kreutel’in bu görüşü, Evliya Çelebi uzmanı Baysun tarafınca da paylaşılmıştır. Evliya Çelebi’nin ardılları hakkında bugüne dek herhangi bir ipucu bulunmamaktadır.
Evliya Çelebi’nin kitabından kişisel niteliklerine dair bir tablo oluşturulabilmektedir. Herşeyden ilkin sınırsız bir bilgilenmek isteği dikkati çekiyor. Geleneklerine bağlı ve, öteki Osmanlı çağdaşları benzer biçimde, kendi kültürünün üstünlüğünden güvenilir olan bir inançlı Müslüman olması, onu yabancı dünyaları ve becerileri tanımaktan alıkoymamıştır. Saf bir dindarlığın yanı sıra bir 17. yüzyıl Osmanlısı olarak hatırı sayılır bir hoşgörü sergiliyor. Kiliseleri ziyaret ettiğini bildirmekte ve Hıristiyan yakarma metinlerini aktarmakta, ek olarak konukları için evinde yasaklanmış içki ve uyarıcı hazır bulundurmakta, bu benzer biçimde maddeleri kullanmadığı anlaşılan bir şahıs olarak sakınca görmeyen Evliya’nın dar görüşlü olamayacağı ortadadır. Hıristiyanları “gâvur” olarak adlandırması -Hıristiyanlarla Müslümanların birbirlerini Ortaçağ’dan beri bu şekilde nitelemeleri göz önünde tutulduğunda- ufkunun ölçeği sayılamaz.
Her şeyi öğrenme isteği, gördüklerini, duyduklarını yada okuduklarını olabildiğince etkisinde bırakan bir halde kâğıda dökme – ve kuşkusuz dostlarına sözlü olarak anlatma – çabasıyle sıkı sıkıya bağlıdır. Cömertçe aktardığı bilgilerini kıt yada kuru bulduğunda, kendi hayal gücüyle zenginleştiriyor. Başkalarının merakını herhalde kendininkinin muhteşem boyutlarıyle ölçmüş olmalı ki, belâgatına ve görgüsüne çevresini anlaşılan fanatik bırakmayı ve anlattıklarıyle arkadaşlarının heyecanını diri tutmayı hedefliyordu. Dolaşmak ve görmek tutkusu uğruna refakatlerinde bulunmuş olduğu kişilerle de iyi geçinmeye ehemmiyet verdiğini, kendi sözlerinden anlıyoruz. Sadece arı ve açık ifade biçiminden, bu çabasının bir yaltaklıktan değil, kendisinden ve bundan dolayı okurlarından her türlü yararlı bilginin yanı sıra yaşanması bir tek azca sayıda seçkine nasip olan keyiflendirici serüvenleri de esirgememek benzer biçimde nerdeyse çocuksu yansıyan samimî bir istekten kaynaklandığı izlenimi uyanıyor. Ölçüsüz abartmaları ve olasılık dışı hikâyelerinin temelinde bu şekilde bir duygu hali yatsa gerek.
Sunuş biçiminin sayısız eğlendirici örnekleri içinde, anlattıklarına kendinden güvenilir ve rahat, sadece usandırıcı ya da itici olmayan bir tarzda kendisinde görmüş olduğu üstünlükleri dokuduğu ve gülmece anlayışına haiz bir okurun pek olasılık vermeyeceğinin bilinciyle yazılmışa benzeyen hikâyeler yer verilmiştir: Kendisini bigün Padişah IV. Mehmed’in huzuruna çıkaran Köprülü Mehmed Paşa’nın, Evliya Çelebi’nin bu üç saat devam eden görüşmede sergilediği başarı üstüne: “İlâhi Evliyâ! Berhurdar ol, oldukca yaşa…Aceb yekpâre cevaplar verdin ki herbiri devletin işine yarar birer Süleyman merhemidir” demesi benzer biçimde; Budin Beylerbeyi’nin kendisine 1665’te Viyana’ya Büyükelçi olarak giden Kara Mehmed Paşa’nın -ki Evliya Çelebi onun maiyyetinde Viyana’ya gittiğini savlıyor- güzergâh üstündeki bölgeleri bilmediğini söylemesi ve Evliya Çelebi’nin de seyahat esnasında herşeye göz kulak olmasını tembih etmesi, bir başka deyişle, elçilik heyetini adeta kendisine emanet etmesi benzer biçimde; ya da Büyükelçi’nin, Habsburg İmparatoru I. Leopold’un huzuruna çıkmadan ilkin Mataracıbaşı’sına ve Evliya Çelebi’ye “Çasar”ın tahtından inmiş olarak kendisini “divanhane” girişinde ayakta bekleyip beklemediğini kolaçan etmelerini buyurması üstüne, ikisinin kabul salonuna girdikleri anda İmparator’un Mataracıbaşı’nı “sırmalı mehabetlü Hacı Bektaş üsküfü ile görünce, derhal başından şapkasını çıkarıp hakîre ve mataracıbaşıya tapınıp selâm alır benzer biçimde bir iki eğilip doğrul”muş olması benzer biçimde.
Evliya Çelebi’nin, okurun heyecanını diri tutmak için kullandığı araçlar içinde, daha sonraları ünlenmiş kişilerle orada burada tanışmasına ve hep doğru zamanda mühim tarihsel olayların mekânlarında şahit olarak olmasına yol açtığını ileri sürdüğü “rastlantılar” da yer verilmiştir. Ek olarak gezileri için rüyalarında almış olduğu tavsiyeler ve mühim yaşantılarının Kadir gecesi’ne rastlaması benzer biçimde kendi hayatında etkili bulunduğunu savladığı “hayırlı” alâmet ve tarihler de unutulmamaktadır.
Evliya Çelebi ölümünden bir buçuk yüzyıl sonrasında Hammer tarafınca keşfedilişinden beri belleklere ölümsüz bir kişilik olarak yerleşmiştir. Eserini sürükleyici bir canlılıkla renklendiren ifade tarzının fena niyetli bir aldatmayı değil, ferahlatıcı bir safdillikle dünyaya pozitif yönde bir bakışı sergilemeyi amaçladığı, okurları tarafınca yanlış anlaşılmamış ki, kendisi yorulmak bilmez, öğrenme azmi dolu seyyah, naturel, uyanık ve oldukca okumuş gözlemci ve gülmece anlayışı olan, nüktedan anlatıcı mertebesine oturtulmuştur.
Seyahatname’nin kaynak değerine erişince, Evliya Çelebi’nin gezilerinden ve yaşantılarından hangilerinin gerçek vakalara dayandığı, hangilerinin ise hayal ürünü olduğu konusunu irdeleyen uzmanlar, bazı betimlemelerdeki açık çelişkilere ve metindeki boşluklara dayanarak, Evliya Çelebi’nin ikinci elden devraldığı detayları kalıcı bir metinde bağlamaya geçmeden ilkin “yaşadıklarını” (?) dayandıracak mümkün olmasıyla birlikte bolca oranda elle tutulur araç-gereç toplamak istediğine işaret etmişler ve bundan dolayı Seyahatname’nin kaynak olarak değerlendirilmesinin uzun vadeli problemler ortaya koyduğunu ve tüm el yazmalarının karşılaştırılmasıyle, sayısız içerik ayrıntısının da titizlikle incelenmesiyle hazırlanacak bir eleştirmeli yayımı koşul koştuğunu vurgulamışlardır. Uzmanlar bu şekilde bir hedefe umutsuz bakmıyorlar. Seyahatname’nin sayısız abartmalarının ve olasılık dışı tasvirlerinin yanı sıra oldukca mühim ve başka kaynaklarda bulunmayan detayları ihtiva ettiği ortaya konmuştur. Eleştirmesiz ikinci elden devralınan yada hayal gücünden meydana gelen betimlemelerin yanı sıra eserde oldukca sayıda yer edinen dolaysız gözlemlerin son aşama güvenilir olduğu da kaynak karşılaştırmalarıyle kanıtlanmıştır.
Evliya Çelebi İstanbul yaşamını ilk iki üç senenin haricinde payitaht için nispeten tertipli bir zamanda, kendi açıklamasına nazaran 1630 ile 1640 yılları aralığında incelemiştir. İmparatorluğun değişik eyaletlerine -ve kendisinin ilgili bölümlerde döne döne vurgulamasına nazaran yabancı ülkelere- yapmış olduğu geziler saraydan ayrılmasından, şu demek oluyor ki 1640 yılından itibaren gerçekleşmiştir, her ne kadar bu yıldan ilkin Kütahya, Bursa ve Manisa’yı özetlemek gerekirse ziyaret ettiğini söylüyorsa da. İstanbul’u renkli ve canlı bir halde anlatmaktadır. Kent halkının değişik toplumsal sınıflarını ve esnaf loncalarını gerçekçi halde eklerken ve şehirin kalıcı güzelliklerini sıcak bir yaklaşımla dile getirirken, metni yer yer fıkralar ve menkıbelerle süslüyor. Daha uzak bölgelere yaptığını söylediği gezilerden Evliya Çelebi bizlere istatistik verilerden, ilgili şahıs adlarıyle desteklenmiş – kimi zaman kendi kafasına nazaran kurduğu – tarihsel arka plan sahnelerinden, kanıtlanabilir örf ve adetlere kadar detaylı data sunmuştur. Bu benzer biçimde anlatımlarda yakarma biçimlerini de unutmamış ve mahalli ağızların telâffuzunu Türkçe’nin meşhur uyumu ile birleştirmesi ve bu tarz şeyleri da naturel olarak Arap harfleriyle yansıtması sonucu fazlaca iç açıcı dil örnekleri aktarmıştır.
Kullandığı dile erişince, bu, ağdalı bir yazı biçemi değil, sözlü anlatış benzer biçimde canlı bir dildir. Renkli ifade biçemini kuşkusuz okurlarının ve dinleyenlerinin beğenisine nazaran ayarlamıştır. Alexander Pallis’in örnekleriyle sergilediği seçkin derslik ve orta katman Osmanlılarının şiir sanatına ve müziğe duydukları büyük ilgi, Baron Bernard Carra de Vaux, tarafınca da dile getiriliyor. Evliya Çelebi’nin dikkat çeken özelliği ise, çağdaşlarının böylesine inceltilmiş bir biçeme taşıdıkları yatkınlığa yalın bir üslupla, fakat buna karşılık fantastik bir içerik sunuşu ile hitap etme yolunu seçmiş olmasıdır. Gene de nüktedan yazarımız, Osmanlı toplumunun eğitimli sayılacak bir okur kitlesine yönelmenin bilinciyle, düzyazı metnini yer yer beyitlerle ve – kâh kendisinin yarattığı, kâh yazıtlardan kopya etmiş olduğu – kronogramlarla süslemeyi dikkatsizlik etmemiştir.
Seyahatname’de coğrafya ve tarihin her alanına, ek olarak halkbilim ve dil araştırmalarına da eleştirmeci karşılaştırmalarda ışık dokunabilecek oldukca sayıda bilgili olarak aktarılmış data, onun kaynak kıymetini biçmede göz önünde tutulan tek ölçüt değildir. Seyahatname türünün örneksiz bir anıtı olan bu eserin bir başka önemi, çağının Osmanlı zihniyetini, dünya görüşünü ve – bilhassa yabancı ülkelerin tasvirinde – dünyaya bakışını muhteşem halde yansıtan bir ayna olmasındadır. Bu noktaya Kreutel güzel bir örnek sunuyor: Seyahatname’nin Viyana gezisini içeren cildini ilk kere Almanca’ya çevirip Evliya Çelebi’nin eserini, varlığından haberdar olduğu bu cildinin tüm çabalarına karşın yer alamadığı bir bölümünü keşfedip İngilizce’ye çevirerek bilim hayatına kazandırmış olan Hammer’in anısına yayımlayan Kreutel, “Giriş”inde Viyana ile halkının “bir Türk’ün kaleminden çıkan bu en eski tafsilâtlı tasvirinin” “herhalde şimdiye kadar çizilmiş olan en egzotik ve rengârenk tablosu” bulunduğunu belirtirken, “doğu ifade sanatının çiçek süsüyle [bezenmiş ve] isabetli gözlemleri şaşırtıcı hayalperestliklerle harmanlanmış” olan bu tablonun, o dönemin Osmanlılarının zihinlerinde canlandırdıkları – ve nihayet 1683’te almayı umdukları – Kızıl Elma bulunduğunu söylüyor. Bu açıdan bakıldığında, 17. yüzyıl Osmanlılarının tasavvurlarını böylesine canlı bir manzaraya dönüştüren Evliya Çelebi’nin Viyana’yı kim bilir asla görmemiş olması, eserinin kültür zamanı bakımından değerlendirilmesinde mühim bir ölçüt olmaktan çıkıyor.
Sadece bugüne dek yapılmış tüm bu değerlendirmelerin yanı sıra değinilmesi ihtiyaç duyulan bir husus daha var: Seyahatname, zihniyet zamanı araştırmalarına – yazarının herhalde farkına varmaksızın – Yeniçağ’ın ortalarında Doğu ile Batı arasındaki tinsel uçurumun hangi düşündürücü boyutlara varmış olmasını göstermesi bakımından da ışık tutuyor. Evliya Çelebi, tasvir etmek istediği insanoğlu, mekânlar ve mimarî eserlerden kendi gördüklerini, titiz bir muhabir yada rehber benzer biçimde, her türlü ayrıntısıyle – üstelik sık sık hayal enerjisini de seferber ederek – işlerken, bu tarz şeyleri, gerek kendi kültürel mensubiyetinden dolayı paylaşmış olduğu, gerekse naturel sezgilerinden meydana gelen kabiliyetiyle kavradığı çevresinin beğenisine nazaran aktarmıştır. Bu beğeniye özgül biçimini veren etmenler içinde belirleyici olanı ve ayrıca Osmanlı toplumunda dönemin genel data düzeyine de ayna tutanı, bir aydın donatımının eksikliği olmuştur. İslam dünyasının, Yüksek ortaçağda evrensel çaptaki bilimsel nitelikleriyle Batı’nın ilerde yaşayacağı Renaissance’ın hazırlığında küçümsenmeyecek bir oranı olan, fakat tarihsel sürecin özgül akışına bağlı olarak toplumsal dengenin tüm kurumları ve ayrıca Ulema’yı derinden sarsan bozuluşuna bağlı olarak Yeniçağ’a çöküş süreciyle giren köhneleşmiş medrese eğitiminin, Evliya Çelebi’nin yetiştiği ve Osmanlı Devleti’nin seçkin eğitim kurumu olan Enderun’a bile yansıması, naturel olarak kaçınılmaz olmuştur. Buna karşılık Kâtib Çelebi benzer biçimde yüzyıllar öncesinin bilimsel kazanımlarıyle yetinmeyip, araştıran, kurcalayan ve çağının değişmiş dünya imgesini kavrayan müstesna kişiliklerin medrese haricinde kendi kendilerini yetiştirmiş olmaları, tesadüf değildir.
Bir bilim adamı yada felsefeci olmayan, fakat muhteşem bir bilgilenme ve bilgilendirme isteği taşıyan Evliya Çelebi ise, Avrupa vatanlarında gözlemlediği yada bu ülkeler hakkında okuyup öğrendiği ve önyargısız bir halde takdir etmekten de kaçınmadığı özelliklerin altında yatan esas gücü, düşüncesini kopernisyen sistemle temellendiren ve felsefe ile tabiat bilimlerindeki patlamayla çağıl düşüncenin tarihsel doruklarından birine, kartezyen akılcılığa, ulaşan 17. yüzyıl Batı dünyasının, önceki atılımları üstüne oturttuğu ve ertesi yüzyılda Aydınlanma’nın evrensel sistemiyle taçlandıracağı tinsel devrimini kavramak bir yana, algılamaktan bile uzak olmuştur. “«Yararı olan ilim Kur’an, Hadis ve Fıkıhtan ibarettir, gerisi boş ve anlamsız bir uğraşıdır; gerçek ilim ‘Tanrı bu şekilde buyurdu’, ‘Peygamber bu şekilde buyurdu’ ile uğraşan ilimdir, kalanı, şeytanın kalplere doldurmuş olduğu kuruntudan ibarettir»” anlayışının yerleşmiş olduğu bir ortamın varlığı göz önünde tutulduğunda, Evliya Çelebi’nin – çağının “dünya standartlarına” uyan ve hamlelerinin püf noktasını oluşturan – bilim konularıyle fazla oyalan(a)mayışının yadırganacak bir tarafı kalmamaktadır; gene de yer yer bu benzer biçimde mevzulara değinecek olmuşsa, anlattıkları, Viyana’da gördüğünü savladığı cerrah becerilerinin ve buna benzer başka “gözlemlerinin” olsa olsa coşku uyandırıcı ve herhangi bir derinliğe ulaşamayan birer canlandırmasından ibarettir. Hezarfen Ahmed Çelebi benzer biçimde teknik deneylere girişenlerin etkinliklerini de birer tecessüs mevzusu olarak sunmuştur.
Gezilerinde rastlamış olduğu medreseleri ve bilginleri tanıtış biçimi, 17. yüzyıl Osmanlı tıbbında yüzyıllar ilkin İslam kültür çemberinde bilinenlerin ötesine geçilemediğini göstermiş oluyor. Bilginler hakkında söyledikleri de sürecinin Osmanlı bilim anlayışına ışık tutuyor. Birçok şahıs hakkında verilen data, gömülü olduğu yer ile sınırı olan kalmış. Değerlendirmelerinden, bilginlerin tabiat bilimlerinden oldukca ilâhiyat alanında kuvvetli olmalarını, “…Kurân’ı Kerim hafızı olup on türlü okumasını bil”melerini yada “…Mütevazı yüzkırk cilt eseri” olmasını kalite ölçütü olarak kabul etmiş olduğu anlaşılıyor. “…Yazdığı ve yaymış olduğu kitap ve eserlerin sayısı belli olmayacak kadar çoktur…Yaşamış olduğu devrin tek adamı sayılırdı… Gaibden haber verme ilminde dünyada tek idi.”
Seyahatname’nin bu havası, Yüksek ortaçağın sonlarından itibaren açılmağa süregelen Doğu ile Batı arasındaki uçurumun iyi mi büyüdüğünü, 13. yüzyılda kendini Doğu’dan erginleştirebilen ve yarım binyıllık zahmetli bir dünyevîleşme sürecine giren Batı’nın o çatallaşmadan beri hangi yolları katettiğini gözler önüne seriyor. Bu gerçek hesaba katıldığında ise, Evliya Çelebi’nin Viyana’daki Stephan Kilisesi’nin kitaplığı karşısında duyduğu hayranlığı ve artık kendi sürecinin Osmanlılarının kitaba Avusturyalılar kadar itina göstermediklerine dair içtenlikli serzenişiyle duyarlık bile sergilediği teslim edilmelidir. Gerçek yaşantı benzer biçimde naklettiği birçok gözlemiyle araştırmacılara hazırladığı bilmeceler, neyin hayal, neyin gerçek olduğu sorusu ile sınırı olan değildir. Kimdir bu tarz şeyleri yaratan şahıs? Akraba adları, çağdaşları ve belirli tarihleri zikretmekte – bazen tutarsız da olsa – çekingen davranmayan Evliya Çelebi’nin, o adlar ve vakalarla bağlantısı bulunamamıştır. Kendini “Evliya (Çelebi/Efendi) İbn Derviş Mehmed Zillî” yada “Gezgin-ı âlem ve nedîm-i beni âdem evliyâ-i bi riyâ” olarak adlandıran bu çelebi şahıs, sınırsız data aktarma hevesine karşın bizlere gerçek adını açıklamamıştır.
Divan Edebiyatı