Eliot, T.S., tam adı Thomas Stearns Eliot (D: 26 Eylül 1888, St. Louis, Missouri, ABD – Ö: 4 Ocak 1965, Londra, İngiltere) ABD asıllı İngiliz ozan, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni.
T.S. Eliot, The Waste Land (1922; “Çorak Ülke“, 2000) ve Four Quartets (1943; “Dört Kuartet“) benzer biçimde yapıtlarıyla modernist şiirin öncülerinden olmuş, 1920’lerin başından yüzyılın sonlarına değin İngiliz ve Amerikan kültürünü mühim seviyede etkilemiştir.
Denemiş olduğu söyleyiş seçimi, üslup ve şiir teknikleriyle İngiliz şiirini tekrardan canlandırmış, eleştirel denemelerinde yerleşik öğretileri yıkarak yenilerini koymuştur. Dört Kuartet’in yayımlanması üstüne yaşayan en büyük İngiliz ozan ve edebiyatçı sayılan Eliot, 1948’de hem Liyakat Nişanı’nı, hem de Nobel Edebiyat Ödülü‘nü kazanmıştır.
Ailesi ve Gençlik Yılları
Sonradan St. Louis’e taşınmış köklü bir New England ailesinin oğluydu. Ticarete atılma mevzusunda babasının hiçbir zorlamasıyla karşılaşmadı ve ailesinin desteğiyle o dönemde sağlanabilen en kapsamlı eğitimi görmüş oldu. St. Louis’deki Smith Academy’de okuduktan sonrasında Massachusetts’teki Milton’a gitti. 1906’da da Harvard’a girdi. Dört senelik öğrenimi üç yılda tamamlayarak 1909’da buradan mezun oldu. Harvard’da felsefeci ve ozan George Santayana ve eleştirmen Irving Babbitt’ten etkilendi. Babbitt’in romantizm karşıtı tavrını benimsedi. Sonralan İngiliz felsefecileri F. H. Bradley ve T. E. Hulme’un etkileriyle daha da güçlenen bu tavrını yaşamı süresince sürdürdü. 1909-1910 tahsil senesinde Harvard’da felsefe asistanlığı yapmış oldu.
1910-1911 arasındaki periyodu Fransa’da, Henri Bergson’un Sorbonne’da verdiği felsefe derslerini izleyerek ve Alain Foumier ile şiir emek harcamaları yaparak geçirdi. Gene bu zamanda Dante‘yi, İngiliz yazarlar John Webster ve John Donne’ı, Fransız simgeci ozan Jules Laforgue’u inceledi; bu emek harcamaları kendi üslubunu bulmasında fazlaca etkili oldu. 1911-1914 içinde Harvard’a dönerek Hint felsefesi okudu ve Sanskrit dersleri aldı. 1913’te Bradley’nin Appearance and Reality: A Melaphysical Essay (1893; Görünüm ve Gerçeklik: Bir Doğa ötesi Tecrübe etme) adlı yapıtını okudu. 1916’da, Avrupa’dayken Knowledge and Experience in the Philosophy of F. H. Bradley (1964; F. H. Bradley’nin Felsefesinde Data ve Edinim) adlı doktora tezinin yazımını tamamlamış oldu. I. Dünya Savaşı başlayınca Harvard’a dönemedi ve son sözlü sınava giremediği için doktorasını tamamlayamadı. 1914’te ABD’li ozan Ezra Pound’la tanışan Eliot onunla yakın bir ilişkiyi sürdürdü.
İlk Eserleri
Yayıncılık, oyun yazarlığı, edebiyat eleştirmenliği ve şairliği beraber sürdüren Eliot, o dönemde İngiliz dilinde yazan kim bilir en bilgili şairdi. Öğrencilik yıllarında yazdığı şiirler, örneksiz olmayan “yazınsal” yapıtlardı. Piyasaya çıkan ilk mühim şiiri, modemizmin İngiliz dilindeki başyapıtı sayılan “The Love Song of J. Alfred Prufrock” (“J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı“) oldu. Pound daha 1908’de A lume spento adlı bir kitapçık bastırmıştı, fakat Eliot’ın şiiri o dönemde deneyselliği aşarak yetkinliğe ulaşan ilk yenilikçi yapıttı. “Prufrock” Samuel Taylor Coleridge ve William Wordsworth’ün Lyrical Ballads’da (1798; Lirik Baladlar) yaptıklarına benzer halde, yakın geçmişten köktencilik bir kopuşu temsil ediyordu. 20. yüzyılda şiirde yaşanmış olan devrimin olgunluk periyodu, Eliot’ın ilk kitabı Prufrock and Other Observations’la (1917; Prufrock ve Başka Gözlemler) başlatılabilir. 20. yüzyıl şiirindeki bu devrimin önemi günümüzde de tartışılmaktadır, fakat Coleridge ve Wordsworth’ün duygusal devrimiyle çarpıcı bir benzerlik taşımış olduğu da şüphe götürmez. Bu şairler benzer biçimde Eliot ve Pound da ilk olarak şiirsel söyleyiş biçimlerini değiştirdiler. Wordsworth “insanoğlunun gerçek dili”ne döndüğünü düşünürken, Eliot modern konuşma dilinin ritimlerine dayalı yeni şiir ritimleri yaratmaya çalışıyordu. Bir aydının konuşabileceği “ne bilgiç, ne de bayağı” olan bir dil arayışı içindeydi.
Eliot bir yıl süreyle Highgate Okulu’nda Fransızca ve Latince dersleri verdi. 1917’de kısa bir süre Lloyds Bank Ltd.’de banka memurluğu yapmış oldu. Bir taraftan da edebiyat eleştirisi ve felsefe alanında fazlaca sayıda tanıtım yazısı ve tecrübe etme yazdı. 1919’da Poems (Şiirler) adlı kitabı yayımlandı. Kitapta düşünceye dayalı bir iç monolog biçiminde ve açık ölçüyle yazılmış “Gerontion” adlı şiir de yer alıyordu. Şiir, İngiliz şiirinde o güne değin denenmemiş bir tarzın örneğiydi.
Çorak Ülke ve Edebiyat Eleştirileri
1922’de “Çorak Ülke“nin yayımlanmasıyla Eliot internasyonal üne kavuştu. Şiir I. Dünya Savaşı sonrasındaki hüsranı, düş kırıklığını ve nefreti büyük bir güçle dile getirir. Mukaddes Kâse arayışı benzer biçimde bir temayla gevşekçe birbirine bağlanan bir takım bölümde insanların bir kurtuluş işareti ya da vaadi bekledikleri, korkularla ve çorak arzularla dolu kısır bir dünya anlatılır. Geniş bir data birikimine dayanan, anıştırmalarla dolu şiirin üslubu fazlaca karmaşıktır ve Eliot fazlaca sayıdaki alıntı ve anıştırmayı açıklamak için yapıta notlar ve göndermeler eklemiştir. Bu ek, bazı okur ve eleştirmenlerin şiirin gerçek özgünlüğünü kavramalarını engellemiştir. Aslına bakarsak şiirin örneksiz yanı, varlıklı yazınsal göndermelerinden fazlaca. kurtuluşu arzulayan insanoğlunun evrensel durumunu dile getirmesi ve ustaca işlenmiş dilidir. Eliot daha önceki şiirlerinde şiirsel söyleyişin ustası bulunduğunu göstermişti. “Çorak Ülke” ise onun hem de, yüce bir söyleyişten günlük konuşma diline şaşırtıcı geçişler yapabilen bir ölçü ustası bulunduğunu ortaya koyar.
Beş bölümden oluşan “Çorak Ülke”, Batı’nın büyük kentlerinde yaşayan modern insanoğlunun parçalanmış yaşantısını yansıtan “retorikte süreklilik” ilkesi üstüne kuruludur. Eliot urhs aeterna’nın (ölümsüz şehir) yozlaşmasıyla ortaya çıkan laik kentteki yaşamın çaresizliğini ve amaçsızlığını dile getirir. “Çorak Ülke”de şiirin retorik yapısındaki devamlı değişimler ve iç içe geçirilmiş karşıt üsluplarla dile getirilen ana tema budur. Gene de şiir bazı eleştirmenlerin ileri sürdüğü benzer biçimde kahramanca bir geçmiş ile yozlaşmış bugün arasındaki kolay bir karşılaştırmadan fazlaca, ahlaksal yüceliği ve kötülüğü aynı anda fark eden evrensel bir bilincin ürünüdür. Ortalama 800 dizelik örneksiz metin. Ezra Pound’un önerisiyle 433 dizeye indirilmiştir. “Çorak Ülke” Eliot’ın en meşhur şiiri olmakla beraber başyapıtı değildir.
Eliot şair-eleştirmenin kaçınılmaz olarak “programlı eleştiri” yazmak zorunda bulunduğunu savunmuştur. Eliot’a nazaran bu, şairi yalnızca arka planı içine yerleştiren tarihsel eleştiriden değişik olarak, şairin ozan olmasından dolayı haiz olduğu kaygılan ifade eden bir eleştiridir. Kastedilmiş olsa da olmasa da. Eliot’ın eleştirileri, kendi şiirinin önceki dönemin ölçütlerinin belirlediği bir edebiyat ortamında olduğundan daha iyi anlaşılabilmesini ve değerlendirilmesini elde eden bir atmosfer oluşturur. Eliot’ın The Sacred Wood (1920; Mukaddes Koru) adlı ilk eleştiri kitabında yer edinen “Tradition and the İndividual Talent” (Anane ve Bireysel Yeti) adlı denemesinde, şairin kullandığı biçimiyle anane, yakın geçmişte ortaya koyulan yapıtların yinelenmesi değildir (“yenilik yinelemeden iyidir” der Eliot) ve Homeros’tan günümüze tüm Avrupa edebiyatını kapsar. Bu yüzden İngilizce yazan ozan, herhangi bir dilde yazılmış ve herhangi bir döneme ilişik malzemeyi kullanarak kendi geleneğini kurabilir. Bu yaklaşım, okuru Eliot’ın “Çorak Ülke”sinin şiirde çığır açan yenilikçi öğelerini (çeşitli dillerden alıntılara ve başka şairlerin üsluplarının parodilerine yer verme) kabul etmeye yönelttiği için “programlı” bir yaklaşımdır.
Eliot’ın The Sacred Wood’da yer edinen “Hamlet and His Problems”da (Hamlet ve Sorunları) ortaya koyduğu “nesnel karşılık” kuramı da aynı yaklaşımın ürünüdür. Eliot’a nazaran sanatta duyguyu ifade etmenin tek yolu, duygunun “nesnel karşılığı”nı, bir başka deyişle o tekil duygunun formülü olabilecek bir takım nesneyi, durumu ya da vakalar zincirini bulmaktır; duyusal bir yaşantıyla sonlanacak dışsal gerçekler verildiğinde, duygu da kendiliğinden dile getirilmiş olacaktır. Eliot’ın kendi, kişisel olmayan şiir kuramı bağlamında kullandığı “nesnel karşılık” terimi, sözcük ve nesne arasındaki uygunluğu vurgulamasıyla geç Victoria sürecinin retorikte yarattığı belirsizliğe son vermiştir.
The Sacred Wood’dan bir yıl sonrasında piyasaya sürülen “The Metaphysical Poets” (Doğa ötesi Şairler) ve “Andrew Marvell” adlı denemeleriyle Eliot’ın eleştiri alanındaki temel yapıtları tamamlanır. Selected Essays 1917-1932 (1932; Seçme Denemeler) adlı kitapta yer edinen bu denemelerinde Eliot, İngiliz şiirini tekrardan değerlendirerek o güne değin önemsenen 18. ve 19. yüzyıl şairlerinin yerine, başta Donne olmak suretiyle 17. yüzyılın doğa ötesi şairlerini üstün tutmuştur. İngiliz şiirinde Donne ve Marvell’den sonrasında ortaya çıkan değişimi açıklamak için bulmuş olduğu “duyarlığın çözülmesi” terimini da ilk kez bu yazılarda kullanır. Eliot’a nazaran bu değişimin sebebi, fikir ve duygu birliğinin yok olmasıdır. Kavram çeşitli saldırılara hedef olmuşsa da, Eliot’ın onu kullanmasına neden olan tarihsel gerçek yadsınamaz. Ek olarak Eliot ve Pound’un şiirleri benzer biçimde bu kavram da bazı 17. yüzyıl şairlerine karşı ilginin tekrardan canlanmasına mühim katkıda bulunmuştur.
Eliot’ın eleştirilerinin ilk ya da “programlı” periyodu Harvard’da verdiği Charles Eliot Norton konferanslarından oluşan The Use of Poetry and the Use of Criticism’le (1933; Şiirin Yararı ve Eleştirinin Yararı) son buldu. Eliot kitabın yayımlanmasından kısa bir süre ilkin tanrı bilim ve toplumbilime ilgi duymaya başlamıştı. Bunun sonucunda üç kısa kitap ya da uzun tecrübe etme yayımladı: Thoughts After Lambeth (1931; Lambeth Sonrası Düşünceler), The İdea of a Chrisrian Society (1939; Hıristiyan Toplumu Düşüncesi) ve Notes Towards the Defînition ofi Cullure (1948; Kültür Tanımına Yönelik Notlar). Bu yapıtlar, bir başyapıt niteliğindeki Dante’yle (1929; “Dante”) beraber edebiyat alanını ilahiyata ve felsefeye açtı. Eliot bu denemelerinde bir yapıtın şiir olup olmadığına yazınsal ölçütlerle karar verilmesi, büyük şiir olup olmadığını idrak etmek içinse edebiyat ölçütlerinden daha yüksek ölçütlere başvurulması icap ettiğini savundu.
Eliot’ın yapıtlarında eleştiri ve şiir öylesine bütünsel bir duyarlığın ürünleridir ki, bu tarz şeyleri birbirinden ayrı ele almak güçtür. Dante’yi mevzu alan mühim denemesini, Katolik olduktan (1927) iki yıl sonrasında yayımlamış ve aynı yıl İngiliz uyruğuna geçmiştir. Katolik olduktan sonrasında yayımladığı ilk uzun şiiri “Ash Wednesday” (1930) eski şiirlerinden fazlaca değişik bir üslupla yazılmış dinsel bir şiirdir; dinsel inanç ve terbiyeyi kabul etmenin ihtiva ettiği ruhsal gerginliği ve sancıyı dile getirir. Eliot’ın bu ve bundan sonraki şiirleri, trajik öğenin lirik öğeden daha kuvvetli olduğu önceki şiirlerine oranla daha rahatlamış, daha müzikal ve düşünsel bir üslupla yazılmıştı. “Ash Wednesday” şiirin özerk, fakat dindışı bir sanat olarak değerlendirildiği bir çağda pozitif yönde tepki görmedi. Edmund Wilson benzer biçimde eleştirmenler, şiiri kişisel bir düş kırıklığının ifadesi olarak yorumladılar.
Son Eserleri ve Tesirleri
Eliot’ın başyapıtı, kitap olarak ilk kez 1943’te piyasaya sürülen “Dört Kuartet“tir. İlk kez 1936’da Collecled Poems (Toplu Şiirler) içinde piyasaya sürülen ilk kuartet “Burt Norton”, dönemin doğası ve sonsuzlukla ilişkisi üstüne incelikli bir düşünsel şiirdi. Eliot bu şiiri örnek alarak üç şiir daha yazdı: “East Coker” (1940), “The Dry Salvages” (1941) ve “Little Gidding” (1942). Bu yapıtlarda muhteşem güzel, unutulmaz bir güce haiz imgeler vasıtasıyla kendi geçmişini, insanoğlunun geçmişini ve insanlık tarihinin anlamını araştırıyordu. Her “kuartet” başlı başına bir şiirdi, fakat beraber yayımlandıklarında, tema ve imgelerin yinelendiği ve müziksel bir tarzda gelişip nihai bir çözüme ulaşmış olduğu tek bir yapıt oluşturmuşlardı. Yapıt okur üstünde derin bir tesir bıraktı: şiirlerdeki Hıristiyan inancı kabul edemeyenler bile Eliot’ın yüce temasını büyük bir düşünsel bütünsellikle ele aldığını. yarattığı biçimin özgünlüğünü ve şiirindeki teknik ustalığı kabul ettiler. Yapıt. Eliot’ın 1948 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasını sağlamış oldu.
Eliot’ın ilk oyunu, ilk kez 1934’te sahnelenen Sweeney Agonistes (1926; Sweeney Agonistes, 1961), son oyunu ise ilk kez 1958’de sahnelenen The Elder Statesnum’dir (1959; Emekli Devlet Adamı). 1935’te piyasaya sürülen ve sahneye koyulan Murder in the Cathedral (Katedralde Katliam) haricinde, Eliot’ın oyunlarının hiçbiri lirik ve düşünsel şiirlerinin düzeyine ulaşamaz. Dindışı tiyatronun bile bilgisizce din arayışı içinde olan insanlara seslendiğine inanması Eliot’ın “manzum oyun”u diğer şiir türlerinden üstün tutmasına yol açtı.
Tüm oyunlarında ölçünün anlamla iç içe geçmiş olduğu ve kendi buluşu olan bir tür açık ölçüyü kullandı; böylece “manzum oyun”u popüler tiyatroya geri getirdi. The Family Reunion (1939; Aile Toplantısı) öcü, Murder in the Cathedral ise gururu mevzu alan Hıristiyan trajedileridir. Dinsel inançları yüzünden öldürülen Thomas Becket’le ilgili bir gizem oyunu olan ve Eliot’ın en başarıya ulaşmış oyunu kabul edilen Murder in the Cathedral’in en çarpıcı özelliği, Becket’in kahramanlığının anlamını daha anlaşılır kılmak için, geleneksel Yunan tiyatrosundaki koroyu kullanmasıdır. Aynı seviyede tutulmayan The Family Reunion ise fazlaca etkisinde bırakan görüntüler ve Elizabeth döneminden bu yana yazılmış bazı en iyi trajik dizeleri ihtiva eder. Bununla beraber izleyici, Orestes öyküsünü çağıl bir aile oyununa dönüştüren bu yapıtı şaşırtıcı bulmuş, ruhsal gerçekçilik ile mitolojik hayaletlerin ve amcalarla halalardan oluşan gülünç koronun bir arada kullanılmasını yadırganmıştır.
Eliot II. Dünya Savaşından sonrasında tekrardan oyun yazarlığına yöneldi; 1949’da The Cocktail Party (1950; Kokteyl Parti, 1963, 1975), 1953’te The Confidential Clerk (Güvenilir Kâtip), 1958’de de The Elder Statesman sahnelendi. Mevzularını Eski Yunan tiyatrosundan alan bu komedilerde Eliot, devrin tiyatro uzlaşımlarını kabul ediyor, üslubunu konuşma diliyle sınırlıyor ve önceki oyunlarına güzelliğini veren lirik bölümlerden uzak duruyordu. Bu oyunlardan yalnızca, Euripides’in Alcestis’inden yola çıkarak yazdığı Kokteyl Parti seyircinin ilgisini çekmeyi başardı. Tiyatro tekniğindeki yetersizliklerine ve seyircinin oyundaki karakterlere yakınlık duymasını sağlayamamalarına rağmen bu oyunlar bir taraftan karmaşık etik ve dinsel sorunları ele alırken bir taraftan da seyirciyi farsa dayalı vaka örgüleri ve keskin bir toplumsal yergiyle eğlendiriyordu.
Eliot’ın yayıncılığı ana uğraşlarına destek nitelikteydi. Üç ayda bir çıkardığı edebiyat dergisi Criterion (y. 1922-1939) sürecinin internasyonal düzeyde en seçkin eleştiri dergisiydi. Eliot ek olarak 1920’lerin başından ölümüne değin Faber & Faber Ltd. yayınevinin gösterim yönetmeni sıfatıyla genç şairlerin destekçisi oldu.
Eliot hususi yaşamını daima büyük bir titizlikle arka planda tuttu. 1915’te Vivian Haigh-Wood’la evliliğe ilk adımını attı. Karısı 1933’ten sonrasında akli dengesini yitirdi ve ayrı yaşadılar. Haigh-Wood 1947’de öldü. Eliot 1957’de Valerie Fletcher ile evliliğe ilk adımını attı ve ölümüne değin onunla yaşadı.
Eliot’ın şiirleri Türkçede Seçme Şiirler (1965) ve Çorak Ülke, Dört Kuartet ve Başka Şiirler (1990) adlarıyla yayımlanmıştır. Denemelerinden meydana getirilen seçmeler ise Denemeler (1961, 1988), Kültür Üstüne Düşünceler (1981) ve Edebiyat Üstüne Düşünceler (1983) adlı kitaplarda toplanmıştır.
Kitapları:
Şiir:
- Poems (1919)
- Ara Vos Pree (1920)
- Gerantion (1920)
- The Waste Land (1922)
- Sweney Agonistes (1923)
- Ash Wednesday (1930)
- Old Possum’s Book of Practical Cats (1939).
Tiyatro:
- The Family Reunion (Ailenin Buluşması) (1934)
- Murder in the Cathedral (Katedral’de Katliam) (1935)
- The Rock, The Cocktail Party (1950)
- The Confidential Clerk (1953)
Kaynak: AnaBritannica – Turkedebiyati.org
Şiirlerinden Örnekler
ÇORAK ÜLKE
1922
`Nam Sibyllam quidem Cumis ego ipse
oculis meis vidi in ampulla pendere,
et cum illi pueri dicerent: Sibulla ti thelis;
respondebat illa: apothanein tehelo.’ (1)
Ezra Pound için
il miglior fabbro (2)
I. ÖLÜLERİN GÖMÜLÜŞÜ
Nisan en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.
Kış, sıcacık tuttu bizi, örter
Toprağı unutkan karla, sürdürür
Kısır bir yaşamı kuru köklerle.i
Yaz şaşırttı bizi, Starnbersee’ye erişince
Deli bir sağnakla; sığındık sıra kolonlara,
Derken tekrardan güneş, uzandık Hofgarten’a,
Birer kahve içip konuştuk bir saat kadar.
Bin gar keine Russin, stamm’ aus Litauen, echt deutsch. (3)
Ve çocukluğumuzda, arşidüklerde kalırken,
Yeğenimgillerde, kızakla gezdirirdi beni,
Ve ben korkardım. Fakat o, Marie, derdi,
Sıkı tutun Marie! Ve yamaçtan kayardık.
Dağlardaysan, orada özgür bulursun kendini.
Bir çok geceler okurum, kışın da güneye giderim.
Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer
Buradaki taş yığınını? Ey insanoğlu
Bunu bilmesi imkansız, sezemezsin, zira bildiğin yalnız
Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur
Ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcırböceği erinç,
Ne de kuru taş su sesi verir. Yalnız
Burası gölge, altı bu kızıl kayanın,
(Sığın gölgesine bu kızıl kayanın),
Ve ben o şekilde bir şey göstereceğim ki sana,
Ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir,
Ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir,
Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.
Frisch weth der Wind
Der Heimat zu
Mein Irisch Kind,
Wo weilest du? (4)
“Bana sümbülleri ilk verişin bir yıl önceydi,
Sonrasında sümbül kız koydular adımı.”
– Fakat döndüğümüzde, gün sonu, sümbül bahçesinden,
Kolların dolu, saçların ıslak, bir türlü
Konuşamadım, gözlerim de seçmedi, sanki
Ne diriydim, ne ölü, ne de bir şey biliyorum,
Sırf bakıyordum ışığın gözüne, sessizlik.
Oed’ und leer das Meer. (5)
Madam Sosostris, şu meşhur falcı,
İyice üşütmüştü kendini fakat
En akıllı hanım diye bilinir Avrupa’da
Elinde bir deste hayın kağıtla. İşte, dedi,
Senin kağıdın, boğulmuş Finikeli gemici,
(Şu inciler onun gözleriydi bir zamanlar, Bak!)
İşte Belladonna, Kayalıkların Ecesi,
Durumların ecesi.
İşte üç değnekli adam, işte Çarkıfelek,
Ve işte tek gözlü tüccar, bu kağıda erişince,
Bu boş kağıt, tüccarın sırtındaki şeydir,
Onu da görmem yasaktır. Peki nerede
Asılmış Adam! Suda ölümden sakın.
Kalabalıklar görüyorum halka olmuş yürüyor.
Falınız tamam. Sayın Mrs. Equitone’u görürseniz,
Deyin ki yıldız falını kendim getiririm:
Öyleki zamandayız ki su uyur düşman uyumaz.
Düşçül Şehir,
Kirli sisi altında bir kış sabahının,
Bir kalabalık aktı Londra Köprüsünden, sürüyle,
Ummazdım, ölüm çökertsin insanları sürüyle.
Duyulan, kesik ve seyrek, iç çekişlerdi,
Ve gözleri kendi adımlarındaydı her insanın.
Aşıp tepeyi aktılar King William Caddesinden
Saint Mary Woolnoth Kilisesine, kulede çan
Ölü bir sesle tınlarken son vuruşunda dokuzun.
Bir tanış görüp durdurdum haykırarak, “Stetson!
“Sen ha! Gemilerdeki yoldaşım benim, Mylae’de!
“Şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene,
“Filiz verdi mi? Bu yıl durur mu çiçeğe?
“Yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını?
“Öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur,
“Yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene!
“Sen! hypocrite lecteur! – mon semblable, – mon frère!” (6)
II. BİR SATRANÇ PARTİSİ
Kadının koltuğu, yaldızlı bir taht benzer biçimde,
Çil Çil yansıdı mermerde ve ayna
– Destekleri salkımlı asmalarla bezenmiş
Birisinden bir altın Küpidon baka kalmış,
(Biri de gizlemiş gözlerini kanadıyla) –
Çiftleyip alevlerini yedi kollu şamdanın
Yansıttı ışığı masanın üstüne, tam da
Yükselirken mücevherlerinin parıltısı
Grup grup atlas döşeli kutulardan;
Fildişi ve renkli camdan şişeciklere,
Tapasız, sinmiş acaip, bileşik parfümleri,
Macun, toz ya da sıvı – bunalttı, şaşırttı
Ve boğdu duyuları kokularla; tedirgin olup
Pencereden gelen esinle, kokular terfi etti
Besleyerek upuzun alevlerini şamdanın
Ve savurdu dumanları bölmeli tavana,
Tedirgin edip desenlerini oymalı tavanın.
Geniş kızılağaç kaplama, renkli taşlarla çevrili,
Bakır kakmalı, bir yeşil, bir turuncu yanıyor
Ve bu içli ışıltıda oyma bir yunus yüzüyordu.
Antik şömine üstündeki tabloda anlatılan,
Sanki bir pencereydi ormana oluşturulan,
Değişimiydi Philomel’in, o barbar kralın
Onca zorladığı; fakat bülbül kesilmiş orda,
Sarmıştı tüm çölü kirletilemez bir sesle,
Ve hala ağlıyordu ve dünya hala o yolda,
“Cik cik!” kös dinlemiş kulaklara.
Ve dönemin diğer solgun artıkları da
Anlatılmıştı duvarlarda; ısrarla bakan biçimler
Dört yönden sarkmış, eğilip susturuyordu odayı.
Sürüklendi merdivende adımlar.
Ocağın ışığında, fırçanın altında, saçları
Alevli oklar benzer biçimde dağılmış
Işıl ışıl konuşurken, artık zalimce susacaktı.
“Sinirlerim bozuk bu gece. Oldukca bozuk. Gitme kal.
“Bir şeyler anlat. Niçin konuşmazsın asla. Konuş.
“Ne düşünüyorsun? Ne düşüncesi bu? Ne?
“Ne düşünürsün bu şekilde bilmiyorum ki asla. Düşün bakalım.”
Sanırım biz dönekler geçidindeyiz,
Ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini.
“Nedir bu gürültü?”
Eşikten esen yel.
“Peki ya bu gürültü? Zoru nedir bu yelin?”
Hiçbişey gene hiçbişey.
“Bilmez
“misin hiçbişey? Görmez misin hiçbişey? Anımsamaz mısın
“Hiçbişey?”
Hatırlarım
Şu incilerdi insanın gözleri bir zamanlar.
“Diri misin, değil misin? Hiçbişey yok mu kafanda?”
Fakat
O O O O şu Şekispiyerimsi cümbüş-
Hem ne incelik
Ne yetkinlik
“Ne yaparım şimdi ben? Ne yaparım ben?
“Öyleyse derhal fırlayıp sürterim sokaklarda,
“Saç baş darmadağın. Peki ne yaparız yarın?
“Ve her günü Tanrının?”
Sıcak su saat onda.
Yağmur var ise, kapalı bir otomobil saat dörtte.
Sonrasında bir el satranç oynayacağız,
Kapaksız gözlerimiz kısılmış, kulağımız kapıda.
Kocası terhis edildiğinde Lil’e dedim ki –
Esirgemedim sözümü, hem yüzüne söyledim,
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
Bak Albert dönüyor, çekidüzen ver kendine birazcık.
Bilmek ister n’aptın sana verdiği parayı,
Dişlerini yaptırman için. Verdi, hem de yanımda.
Gel çektir tümünü, Lil, güzel bir ekip yaptır,
İnan ki, demişti, yüzüne bakasım gelmiyor.
Al benden de o denli, dedim, Albert’ciği düşün bir,
Dört senedir askerdeydi, gününü gün etmek ister,
Bunu sende bulamazsa, başkaları var, dedim.
Ya, o şekilde mi dedi. Olabilir a, dedim.
O vakit bir kapı bulurum, dedi, fakat açık konuşsana.
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
O işten hoşlanmasan da dayanmalısın, dedim.
Yok, yapamam, dersen, başkaları seçip kapar.
Albert çekip giderse, bilir miydim? deme sakın.
Utanmalısın, dedim, bu şekilde yaşlı görünmekten.
(Oysa sadece otuz birinde.)
Elimden ne gelir, dedi, suratını asarak,
Hep aldığım o haplar, düşürmek için, dedi.
(Beş tane vardı, küçük George’da azca kalsın ölüyordu.)
Ezzacı her şey düzelir, dedi, fakat nerde eski halim.
Sen eni mevzu aptalmışsın, dedim,
Ya Albert rahat bırakmazsa, sil baştan, dedim.
Çocuk istemiyordun da niye evlendin?
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
Her neyse, Albert geldi o pazar, sofrada sıcak domuz budu,
Yemeğe bırakmadılar beni, tatmalıymışım sıcacık –
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
VAKİT TAMAM, BEYLER, KAPATIYORUZ
İğgeceler Bill. İğgeceler Lou. İğgeceler May. İğgeceler.
Haydi eyvallah. İğgeceler. İğgeceler.
İyi geceler leydiler, iyi geceler sempatik leydiler,
iyi geceler, iyi geceler.
III. ATEŞ TÖRENİ
Irmağın tentesi çökmüş: damar parmaklarıyla
Son yapraklar kavrayıp gömülür ıslak setlere. Yel
Arşınlar kavruk ülkeyi duyulmadan. Su perileri gitmiş.
Nazlı Thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm.
Üstünde ne boş şişeler, sandviç kağıtları,
Ne ipek mendiller, karton kutular, izmaritler,
Ne de başka izi yaz gecelerinin. Su perileri gitmiş.
Ve dostları, şehir kodamanlarının aylak mirasçıları,
Gitmişler, adres filan bırakmadan.
Leman gölünün kıyısında oturdum da ağladım.
Nazlı Thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm,
Nazlı Thames, usulca ak, sessiz ve kısadır sözüm.
Fakat ansızın soğuk bir yel ve duyarım ardımda
Kemik takırtıları ve kikirdemeler, kulaktan kulağa.
Bir fare otların arasından usulca süzüldü
Yapış yapış karnını toprağa sürterek,
Avlanırken ben durgun sularında kanalın
Havagazı fabrikasının ardında, bir kış akşamı,
Aklımda kral kardeşimin uğramış olduğu deniz kazası
Ve kral babamın ölümü, ondan ilkin.
Aşağıda ıslak toprakta çıplanmış ak gövdeler
Ve basık ve kuru tavanarasındaki kemikleri
Senelerdir takırdatan ayaklarıydı sıçanların.
Fakat ben ardımdan, ara sıra, duyarım
Korno-motor seslerini ki getirirler nede olsa
Sweeney’i Mrs. Porter’a baharda.
Ooo! Dolunay doğup üzerine parlasın
Mrs. Porter’la kızının
Onlar sodalı suda yıkar ayakların’
Et O ces voix d’enfants, chantant dans la coupole! (7)
Cik cik cik
Cık cık cık cık cık cık
Onca zorlanmış
Tereu (8)
Düşçül Şehir
Boz sisi altında bir kış öğlesinin
Mr. Eugenides, İzmirli tüccar,
Tıraşsız, bir cebi kuşüzümü dolu,
CIF Londra: Belgeler para ödenince,
Kaba bir Fransızcayla, ne dersin, dedi,
Canon Street Otelinde öğle yemeğine,
Sonrasında hafta sonu tatiline Metropole’de.
Erguvanımsı saatte ki bakışlar ve sırt
Doğrulur masadan ve insan makinesi bekler
Avara çalışan, bekleyen bir taksi benzer biçimde,
Ben Tiresias, iki yaşam arası bocalayan, kör,
Pörsük dişi memeli yaşlı adam, iyi mi sezmem,
Erguvanımsı saatte, akşam saatinde ki çırpınır
Yuvaya doğru, gemicileri yuvaya getirir denizden,
Daktilo kız çay zamanı yuvada, sabah sofrasını tpolar,
Sobasını yakar, düzenler hazır yiyecekleri masada.
Pencerenin dışına korkusuzca asmış olduğu
İç çamaşırları güneşin son ışınlarıyla yanar,
Ve yığılmış üzerine divanın (geceleri yatağı)
Çoraplar, terlikler, kombinezonlar, korseler.
Ben Tiresias, pörsük hayvan memeli kocamışa yeter
Yeter de artardı bu sahne, gerisine erişince –
Yolu gözlenen konuğu bekledim ben de.
Adam, iğrenç suratlı bir gençtir, gelir,
Basit bir emlakçı katibi, küstah bakışlı,
Aşağı kesimden biri ki kurumlu hali sırıtır
Bir Bradford milyonerinin ipek şapkası benzer biçimde.
Ummuş olduğu benzer biçimde, vakit en uygun zamandır,
Yiyecek bitmiş, hanım oyalamaya çalışır,
İstemese bile engel de olmaz hanım.
Ateşlenmiş ve emin, adam derhal saldırır;
Hiçbir engele rastlamaz yoklayan eller;
Karşılık mı bekler adamdaki kör gurur,
Kayıtsızlığı da hoş karşılar.
(Ve ben, Tiresias, evvelde acısını çekmiş
Aynı yatak-divanda oynanan oyunların,
Ben ki Thebai surlarına sırtımı dayamış,
Yürümüşüm safında en aşağılık ölülerin.)
Adam son bir öpücüğe daha kıyar,
El yordamıyla iner ışıksız merdiveni.
Hanım döner, bir an pencerede görünür,
Sanki habersizdir aşığının gittiğinden,
Kafasından puslu bir fikir geçer:
“Her neyse bu da bitti, iyi ki bitti hem.”
Bigün gelir düşer de yosma hanım
Yalnızken gene dolanırsa odasında,
Eli saçlarına gider kendiliğinden
Ve bir plak koyar gramafona.
“Sulardaydım, bu ezgi çalındı kulağıma”
Ve Strand süresince, Queen Victoria Caddesine dek.
Şehir, ey Şehir! arasıra duyarım
Lower Thames Caddesinde bir meyhaneden
Bir mandolinin hoşa giden dertlenişini
Ve öğle yemeğindeki gürültüsüyle sohbetini
Balıkçıların ki orda yaşar duvarlarında
Magnus Martyr Kilisesinin,
Esrarengiz görkemi İyon beyazıyla altın renginin.
Irmağın terlediği
Yağ ve katran,
Mavnalar sürüklenir
Alçalan sularda,
Al yelkenler
Dopdolu
Yelle, yelpirder koca serende.
Mavnalar yıkar
Sürüklenen paraketeleri
Varırlar Aşağı Greenwich’e
Köpekler Adasından ileri.
Weialala leia
Wallala leialala
Elizabeth’le Leicester
Çekilen kürekler,
Teknenin kıçı
Yaldızlı deniz kabuğu
Al ve altın,
Sert soluğanlar
Yıkadı kıyıları,
Güneybatı yeli
Çan seslerini
Ak kulelerin
Weialala leia
Wallala leialala
“Tramvaylar tozlu ağaçlar.
Highbury’denim. Richmond’la Kew idi
Beni mahveden. Bir kanodaydı, dapdar,
Richmond’un yanında kaldırdım dizlerimi.”
“Moorgate’in gediklisiyim ve gönlüm
kırık dökük. Her şey olup bitince
Ağladı adam ve sözerdi ‘yeni bir yarın’.
Ses etmedim. Nemeydi benim gücenme.”
“Margate kumsalındayım.
Bağlayamam ki
Hiçbir şeyi hiçbir şeyle.
Ucu kırık turnakları kirli ellerin.
Benim halkım gönülsüz halk, ummaz ki
Hiçbir şey.”
la la
Sonrasında vardım Kartaca’ya
Yanıyor yanıyor yanıyor yanıyor
Ey Tanrım Sen kurtar beni
Ey Tanrım Sen kurtar
yanıyor
IV. SUDA ÖLÜM
Fenikeli Phlebas, öleli iki hafta olmadan
Unuttu martı çığlıklarını, soluğanları
ve kâr ile ziyanı.
Bir akıntı, deniz altında,
Sıyırdı kemiklerini fısıltılarla. Yüksele alçala
Tekrardan yaşadı evrelerini yaşlılığıyla gençliğinin
Kapılırken burgaçlara.
Yahudi ol, olma
Sen, ey çarkı çevirirken yelden yöne bakan!
Düşün Phlebas’ı, o da yakışıklı ve boyluydu eskiden.
V. GÖK GÜRÜLTÜSÜNÜN DEDİKLERİ
Vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
İnince dondurucu sessizlik bahçelere
Başlayınca can çekişme taşlık ülkede
Bağıranlar ve ağlayanlar
Mapusane ve saraylar ve yankıması
Gök gürlemesinin, bharda, uzak dağlarda
O adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
Biz ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz
Sabrımız tükenmiş
Burada su yok yalnız kaya var
Kaya ve susuzluk ve kumlu yol
Yol döne döne tırmanıyor dağlara
Dağlar ki sırf kaya, su yüzü görmemiş
Su olsaydı durup içerdik birer birer
Kayalar içinde kim durur, kim düşünür
Ter kupkuru, ayaklarsa kuma gömülü
Asla eğer olmazsa su olsaydı içinde kayaların
Ki ölü dağın çürük dişli ağzıdır, tüküremez
Şahıs burda dikilemez, oturamaz, yatamaz
Üstelik sessizlik de yok bu dağlarda
Fakat kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz,
Üstelik çile bölgeleri de yok bu dağlarda
Fakat asık mor suratlar sırıtır ve hırlar
Çatlak duvarlı evlerin kapılarından
Su olsaydı
Kaya olmasaydı
Kaya olsaydı fakat
Su da olsaydı
Ve su
Bir pınar
Bir gölcük kayalar içinde
Asla eğer olmazsa su sesi olsaydı
Değil ağustosböceği
Ve türküyen kuru otlar
Fakat bir su sesi kayalardan
Şakırken yalnızgezer ardıç kuşu orada çamlarda
Şıp şıp şip şıp şıp şıp
Fakat ne gezer su
Kimdi o üçüncü, hep yanında yürüyen?
Sayınca bir sen varsın, bir de ben
Fakat ne vakit uzayıp giden ak yola baksam
Birisi daha var daima yanında yürüyen
Akıyor sanki boz harmanisiyle, kukuletalı,
Bilemem artık adam mi, hanım mı
– Fakat kimdir diğer yanında yürüyen?
Yücelerden gelen şu ses de nedir
Anaların yaktığı ağıdın mırıltısı,
Nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır
Sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta,
Ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız,
Hangi kenttir şu dağların üstündeki
Çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte
Yıkılan kuleler
Kudüs Atina İskenderiye
Viyana Londra
Düşçül
Bir karı uzun kara saçlarını gerdi eliyle
Ve zırıldattı tellerinde bir ezgiyi
Ve bebek yüzlü yarasalar erguvan ışık içre
Islık çaldılar ve kanatlarını çırptılar
Ve kara bir duvardan aşağı sarktılar başaşağı
Ve havada tepetaklaktı kuleler
Çalarak hatırlatan çanları ki saatleri vurur
Ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan yükselen türküler.
Dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda
Solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor
Çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda
Bomboş bir kilise, yelin cirit attığı,
Cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur,
Kuru kemikler incitmez ki kimseyi.
Sırf bir horoz kurulmuş çatı direğine
Ku ku riku ku ku riku
Bir şimşeğin yalazında. Sonrasında çileyen bir bora
Yağmur getiren.
Ganj cılızlaşmıştı ve bitkin yapraklar
Yağmur bekliyordu, kara kara bulutlar
Yığılırken fazlaca ötelerde, Himalayalarda.
Cengel sinmiş, kamburlaşmıştı sükunet içinde.
Derken konuştu gök gürültüsü
DA
Datta: Verdiğimiz nedir?
Dostum, tutkuyla titremekte yüreğim,
Bir anlık kapılışın korkulu ataklığı,
Ki bir sakınganlık çağı da onaramaz bunu,
Bununla fakat sırf bu tutkuyla varolduk
Ve bu, ne ölüm ilanlarımızda izlenebilir
Ne iyiliksever örümceğin sardığı anılarda
Ne de mühür altında, sıska dava vekili kırar
Bomboş odalarımızda
DA
Dayadhvam: Duydum anahtarlar
Bir kez döner kapıda, ve yalnız bir kez döner
Düşünürüz anahtarı, hepimiz kendi zindanında
Düşünmekte anahtarı, bir zindanı onar hepimiz
Sadece akşam saatinde, göksel söylentiler
Bir an için umutsuz bir Coriolanus yaratır
DA
Damyata: Tekne yanıtladı
Neşeyle, yelken ve kürekte usta ellere
Deniz durgundu, yüreğin yanıtlayacaktı
Neşeyle, çağrılsaydı bir, usulca atarak
Altında yoklayan ellerin
Oturmuş kıyıda
Avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler,
Topraklarımı işleyebilecek miyim asla eğer olmazsa?
Londra Köprüsü yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor
Pi s’ascose nel foco che gli affina (9)
Quando fiam uti chelidon – Ey kırlangıç kırlangıç (10)
Le Prince d’Aquitaine à la tour abolie (11)
Bu parçalarla yıkıntılarımı payandaladım
Ya, siza uyarım öyleyse. Hieronymo delirdi gene.
Datta. Dayadhvam. Damyata. (12)
Shantih shantih shantih (13)
Thomas Stearns Eliot
T.S. Eliot / Çorak Ülke, Dört Kuartet ve başka şiirler, Adam Yayınları.
Çeviren: “Eliot” Suphi Aytimur.
(1)
Sibyl’i Cumae’de kendi gözlerimle gördüm
cam bir kavanoz içinde yaşıyordu,
oğlanlar sorunca, “Sibyl ne oldu?”
yanıtı hep şuydu, “Ölümü özlüyorum.”
Petronius’dan
Satiricon, Bölüm 48
(Çevirenin notu: Sibyl’e (bilici hanım) sonsuz yaşam verilmiştir fakat sonsuz
gençlik değil. Yüzyıllar boyu kocadıkça gövdesi küçüle küçüle bir çekirge
kadar kalır. Daha da büzülecek fakat ölemiyecektir. Kısaca hem dönemin, hem de
doğum-ölüm-yeniden doğum halkasının dışına itilmiştir.)
(2) Daha iyi usta
(3) Hayır Rus değilim, Litvanyalıyım, Alman kökenli.
(4)
Dağlarından yurdunun
Yel yaratı serin serin
İrlandalım, çocuğum
Gurbet elde neylersin?
R. Wagner (Tristan ile İsolde)
(5) Boş ve tenha gene deniz.
R. Wagner (Tristan ile İsolde)
(6) Sen! dönek okur! – benzerim, kerdeşim benim!
C. Baudelaire
(7) Ve ey çocuk sesleri, kubbelerde çınlayan!
Verlaine
(8) Tereu: Bülbül sesine öykünmede kullanılır.
Tereus: Philomel’i kirleten kral.
(9) Sonrasında kendilerini arıtan alevlere daldı.
Dante, Araf
(10) Ne vakit kırlangıç benzer biçimde olacağım.
Pervigilium Veneris
(11) Aquitane Prensi yıkık kulede
Gerard de Nerval
(12) Ver. Duyuları paylaş. Denetle.
Upanishad’dan
(13) Sulh. Sulh. Sulh.
Dünya Edebiyatı