Ömer Zülfü Livaneli (d. 20 Haziran 1946, Konya) Yazar, müzisyen.
Tam adı Ömer Zülfü Livaneli’dir. Gerek müzik sahasında gerekse edebiyat sahasındaki emekleri tanınan mühim sanatçılarımızdan biridir. Öğretmen Mustafa Sabri Livanelioğlu ile Şükriye Livaneli’nin oğlu olarak 20 Haziran 1946’da Konya Ilgın’da dünyaya gelmiştir. Babasının tayini sebebiyle ilkokulu Amasya’da öğrenim görmüştür. İlkokulu bitirdiğinde kendisine alınan bağlama ile müzik hayatına ilk adımını atmıştır. Babasının isteği üstüne tahsil hayatına büyükbabası ve babaannesinin yanında devam etmiştir. Ankara Maarif Koleji’nden mezun olmuştur. 1964 senesinde Ülker Tunçay ile evlenmiş ve iki yıl sonrasında 1966’da Aylin adlı kızı dünyaya gelmiştir. Askerliğini tamamlamasının arkasından Ankara’ya gelmiş olarak arkadaşı Akay Sayılır ile beraber Ana Dağıtım adlı kitap şirketini kurdu. Şirket bir süre sonrasında Ekim Yayınları adıyla yayınevine dönüştürülmüştür.
Livaneli’nin ilk sanat çalışmalarını şekillendirdiği dönemde Türkiye siyasal açıdan bir kargaşalık içerisindeydi bu sebeple de Livaneli bu dönem içinde gözaltına alınmış, yurtdışına gitmek durumunda kalmıştır fakat her daim sanat çalışmalarını sürdürmüştür. İlk kere tutuklanması toplumcu yazarların kitaplarını neşretmesi sebebiyledir, tutuksuz yargılanarak özgür bırakılmıştır. Bu seneler içinde beğeni toplayan şarkılarından olan Güneş Topla Benim İçin ve Leylim Ley’i seslendirmiştir. 1971’de geçişlik alarak yurtdışına çıkmak isterken tutuklanarak otuz gün süresince Ankara Yıldırım Bölge Sıkıyönetim Hapishanesi’nde tutuklu kaldıktan sonrasında özgür kalmıştır. Hapishaneden çıkması ile ilk 45’lik plağını doldurmuştur ve bu emek harcama Yaşar Kemal ile dostluğu da adım atmıştır. Bu zamanda tekrardan aranılan adlar içinde yer alması sebebiyle yurtdışına gitmeye karar vermiştir ve bir süre Almanya’da kaldıktan sonrasında Norveç’e geçti. İsveç’e gittiğinde eşi ve kızını da yanına aldı ve orada felsefe eğitiminin yanı sıra Dalcrose Okulunda müzik eğitimine devam etti. Eşi ise Stockholm Üniversitesi’nde pedagoji eğitimi aldı.
Livaneli bununla beraber filmler için de müzik yapmıştır. İlk ustalaşmış emek vermesi Tunç Okan’ın Otobüs filmi içindir. 1975’te Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz ve Merhaba adlı şarkılarını içeren ikinci plağını kaydetti. 1974’te ülkede çıkan genel aftan yararlanarak 1976’da Türkiye’ye geri döndü. 1978’de Maria Farandouri’nin isteği üstüne Nazım Hikmet şiirlerini besteledi ve Nazım Türküleri adlı albümü çıkardı. Bu süreçte tekrardan İsveç’e gitti ve çalışmalarına orada devam etti. 1979 senesinde senaristliği Yılmaz Cenup tarafınca yazılan ve Parlak zeka Ökten tarafınca yönetilen Sürü filminin müziğini yapmış oldu. Ülkede siyasal çalkantıların son bulması ile ülkeye geri döndü.
Politika alanında da boy gösteren Livaneli ilk olarak 1994’te Toplumsal Demokrat Halkçı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı talibi oldu fakat kazanamadı. Meclise girişi 2002 senesinde CHP İstanbul milletvekili olarak oldu. 2004’te CHP’ den çekilme etti ve bağımız milletvekili olarak devam etti.
Livaneli politika, yazarlık, müzik alanı haricinde ulusal ve internasyonal kuruluşlarda mühim görevler üstlendi. Mesela, 1996 senesinde UNESCO İyi niyet Büyükelçisi olarak atanmıştır. 1998’de Paris’te Costa Gavras ile eş başkanlığını sürdürdüğü Türk-Yunan Medya Toplantısı’nı düzenledi. 1999’da Harvard ve Princeton Üniversitelerinde konferanslar verdi. 2000’de ABD’da Millenium Dreamers- Bin senenin Düşünü Kuranlar programında “Dünya Gençliğine Örnek Gösterilen 10 Şahsiyetten Biri” seçildi. 1986’da Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneğini kurdu. 1986’da Gorbaçov ve Cengiz Aytmatov girişimiyle başlatılan Issık Göl Forumu’nun kurucu üyesidir. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı yönetim kurulu üyesi görevini yapmış, 1991’de Venedik Dünya Sanat Forumu’nun kurucu üyesidir. 1990’da Avrupa Film Ödülleri Jüri Başkanlığı yapmıştır.
İlk yazınsal eseri olan Afarat’ta Bir Çocuk 1978 senesinde bir öykü kitabı olarak yayımlanmıştır. Sekiz hikayeden oluşan yaratı, önyargı, ırkçılık ve bunlar dolayısıyla ortaya çıkan çatışmaları ele almaktadır. Livaneli’nin eserlerine bakıldığında değişik kültürel özelliklerin, güncel olayların, geniş insan topluluklarını etkileyen (mesela soykırım) mevzu ve sorunların irdelediği görülür.
ALDIĞI ÖDÜLLER
ESERLERİNDEN ALINTILAR
“Altı ay oluyordu okula başlayalı. Daha tam sökememişti dili. Fakat yarım yamalak ne dendiğini anlıyordu. İlk günlerdeki benzer biçimde değildi. Okul açıldığı gün, Türk komşulardan birinin evladı götürdü onu. Eskilerdendi. Yabancı dili oldukca iyi konuşuyordu. Çocuk ürkekti okul yolunda. Kuş benzer biçimde atıyordu yüreği. Geleli iki ay olmuştu. Daha alışamamıştı hiçbir şeye. Dili de sökememişti. Hep mahalledeki Türk çocuklarıyla oynuyor, ‘sarı yabanlar’ söylediği ufaklıklara asla sokulmuyordu” (Arafat’ta Bir Çocuk)
“Kimse ilgilenmedi onunla. Yalnız tekrardan zil çalıp da içeri girdiklerinde, şişman bir çocuk gelip yüksek sesle bir şeyler söylemiş oldu. Anlamadan baktı çocuk. İçinde ‘Türk’ sözcüğü geçiyordu. Yalnız onu anlamış oldu. Tüm çocuklar kahkahayla gülmeye başladılar. Şişman çocuk tüm gücüyle haykırıyordu ona doğru. Ağzında bir şeyler var da onları yere tükürüyor benzer biçimde geldi Yılmaz’a. Tıslaya tıslaya konuşuyordu çocuk. Pembe, şişman bir yüzü vardı. Gözleri pul gibiydi, ufacık. O bağırdıkça, ellerini sıraya vurarak gülüyordu ötekiler. Yılmaz büzüldükçe büzüldü sıranın içinde. Korkuyordu, oldukca korkuyordu hem de. Durmadan şişman çocuğun yüzüne bakıyordu. Devasa açılmıştı gözleri. Yüreği pat pat vuruyordu.” (Arafat’ta Bir Çocuk)
“Baba tarafınca dedemin babası olan Ömer Bey, eskiden Livane Sancağı adıyla anılan Artvin’de oldukca güzel atlara haiz Yusuf Ağa’nın erkek evladıdır. Yusuf Ağa, o zamanlar padişaha direkt bağlı olan ve hususi rütbeyle vazife meydana getiren mahalli yöneticilerdendir. Üç oğlundan biri Çarlık Rusyası’na gitmiş ve orada kalmıştır, bir oğlu da sakattır.
“93 Harbi” olarak anılan 1877 savaşı esnasında Yusuf Ağa’nın köyü Rus ordusu tarafınca kuşatılır. Yusuf Ağa oğlu Ömer’i köyden kaçırır. Cephe komutanı Ahmet Muhtar Paşa’ya yazdığı bir mektubu eline tutuşturarak onu gizlice Erzurum’a gönderir. İki gün sonrasında da Ruslarla çarpışma adım atar ve Yusuf Ağa’nın başlangıcında bulunmuş olduğu köy tamamen imha edilir. Aileden hepimiz öldürülür; tek kurtulan, Erzurum’a gönderilen Ömer’dir” (Otobiyografik eseri olan Sevdalım Yaşam’ta soyadının nereden geldiğini bu sözlerle açıklamıştır.)
“Beni kati bir halde tesiri altına alan kitaplar, birçok sanatçı ve düşünürün, kendi eğitim çizgisini okul haricinde çizmeye çalıştığını anlatıyordu. Stefan Zweig bunlardan biriydi. Klasik öğrenimi reddetmişti. Büyük felsefeci Erasmus, “Gerçek data okuldan değil kitabından edinilir” diyordu. Albert Camus, Stefan Zweig benzer biçimde felsefeci yazarlar; Georges Brassens, Yves Montand, Jacques Brel benzer biçimde kültürlü müzikçiler okulu reddetmişlerdi. Andre Malraux da öyleydi.” (Sevdalım Yaşam)
“Çağıl yaşam bizlere ne düşünme zamanı bırakır ne de okuma. Tv karşısında geçen tutsaklık saatleri bizi oyalar benzer biçimde görünürken, durmadan mesajlar aktarır. Iyi mi düşünmemiz, iyi mi eğlenmemiz, neyi sevip neyi sevmememiz, neyi yararlı neyi zararı olan bulmamız, hangi politik çizgilerde yürümemiz mevzusunda devamlı tembihler alırız. Düşünmeden yaşarız. Kafalarımız, çıkarlarımızın nerede bulunduğunu sezmemize yarayan antenlere, duyargalara dönüşmüştür.” (Sanat Uzun Yaşam Kısa)
“Sürüden ayrılan insanı hiçbir rejim sevmez. Sürüden ayrılmanın, kişi olmanın ve kendi kafasıyla düşünmenin en mühim göstergesi ise okumaktır.” (Sanat Uzun Yaşam Kısa)”
“Erich Fromm, toprağa bağlılık ile ölümseverliği eş meblağ. Ölümseverlik, şu demek oluyor ki ölüme ayarlı olarak yaşamak kara toplumlarında yaygındır ve toprağa dönüş, ana rahmine dönüş benzer biçimde sembollerle kendini açığa vurur.” (Sanat Uzun Yaşam Kısa)
“Garsonlar yanlarından fınl fırıl geçiyor fakat onların bilincinde olmuyorlar; hatta, şaşırtıcı ve hayret verici bir şey, onları yarıp geçtikleri halde dokunduklarım hissetmiyorlar. Süzülmüş yüzündeki yakıcı gözlerinden veremli olduğu anlaşılan bir genç, “Hayaletler gibiyiz” diyor “Bizi görmüyorlar.” Arkadaşı “Fakat aslına bakarsanız hayaletiz” diyor. “Meşhur yazarların takma adlarıyız. Takma ad, gerçek insan olur mu?” Başka biri “Burada edebiyata, şiire kıymet veren kimse yok galiba” diyor. “Şu masadan başka” diye karşılık veriyor diğeri, üstadın masasını göstererek. “Deminden beri oradan kulağıma kültürle ilgili konuşmalar geliyor. Diğeri masalar daha oldukca hacıağa dediğimiz cinsten.” (Gölgeler)
““O” bigün çıkıp gelene kadar, “en iyi korunan sır” dediğimiz yeryüzü cennetinde refah içinde yaşayıp gidiyorduk. Bu şekilde bir aden iyi mi anlatılır, hatta anlatma girişiminde bulunma cesareti iyi mi gösterilir, bilemiyorum. Şimdi size bu ufak adanın çam ormanlarından, naturel bir akvaryum benzer biçimde olan masmavi ve saydam denizinden, rengârenk balıkların seyredildiği güzel koylarından, beyaz hayaletler benzer biçimde devamlı uçan martılarımızdan söz etsem, biliyorum ki gözünüzde gezinsel bir kartpostal manzarası canlandırmaktan daha çok bir iş yapmış olmayacağım.” (Son Ada)
“Yazı kanalıyla duyguları, düşünceleri, hatta görüntüleri, eylemleri anlatmak mümkün fakat gemiyle gelen yılan ilacının hepimizin burun direğini kıran kokusunu iyi mi anlatmalı bilmiyorum. Evlerin bahçesine, terasların altlarına, balkon kapılarının girişlerine konulmuş olan bu ilacın yaymış olduğu kokuyu anlatmak için kelimeler yetmez. Yüz ölü hayvanı üst üste yığıp güneşin altında günlerce bekletirseniz bir ihtimal bu kokuyu çıkarırlar desem kafi olur mu acaba, güvenli değilim.” (Son Ada)
“Birkaç saat sonrasında sıkıntıyla uyandığımda ise aklımda başka bir fikir vardı: Bu çocukla ne yapacaktım? Ben mi yanlış yetiştiriyordum, yoksa tüm çocuklar mı böyleydi? Geçenlerde bir gazetede, gençler bilgisayarı kapatamadıkları için otomatik kapatma programları çıktığını okumuştum. Acaba onlardan mı alsaydım? Kerem benimle asla konuşmuyordu. Bir tek benimle değil asla kimselerle konuşmuyordu. Tüm iletişimini web üstünden kurmaya başlamıştı.” (Huzursuzluk)
“Zavallı kızlar şekilden şekile giriyorlardı. Bu filmlerdeki erkekler onların canını yakmaktan, gözlerinden yaş gelecek kadar acı çektirmekten, kusturmaktan, kanatmaktan, boğazlarını sıkıp boğma derecesine getirmekten çekinmiyorlardı. Kızların ağızlarına toplar tıkılıyor, zincire vuruluyorlardı, paket benzer biçimde bağlanıyor, kamçılanıyor, atla, köpekle, maymunla, yılanla yiyişmeye zorlanıyorlardı. Bir sürü iri kıyım adamın ufak bir kıza saldırı etmiş olduğu filmler bile vardı. Onların kişisel tercihi değildi bu elbet fakat demek ki “piyasa” bu şekilde istiyordu. Galiba “piyasa” denen şeyin ne kadar iğrenç ve zararı olan olduğu en oldukca porno filmlerde somutlaşıyordu. Bu eylemlerde sevginin, okşamanın, şefkatin asla yeri yoktu. İnsanlığın temel ilkelerine aykırı bir sertlik ortamıydı burası. Benim oğlum dünyayı ve hanımefendileri bu şekilde tanıyarak mı büyüyor diye düşünüyordum. Hanımefendilere bu şekilde davranmayı mı planlıyordu? Anası de bu kadar aşağılanan hanım cinsine ilişkin olduğundan mi bana asla saygı göstermiyordu? Hasta bir dünyaydı bu. Izleyici, uyuşturucu müptelaları benzer biçimde hep daha fazlasını talep etmiş olduğu için sonunda kızları parçalayıp öldürecekler miydi?” (Huzursuzluk)
“Tüm İstanbullular benzer biçimde paşa ailesi de 1912’deki Balkan Harbi bozgununun acılarını birebir yaşamış ve günlerce yol yürüyerek canlarını kurtaran bu perişan insanlara yardım etmeye çalışmıştı. İstanbul’a varan yüz binlerce Rumeli Türkü’nü yatıracak, besleyecek, yaralarını saracak yer yoktu. Bu yüzden gelenler cami avlularına, hastane bahçelerine, hükümet binalarına, hayırseverlerin evlerine sığınmışlardı. İstanbul’un her köşesinden bir feryat yükseliyor, yolda yakınlarını yitirmiş, evinden, yurdundan, ocağından, tarlasından olmuş aç, hasta, yaralı, nefes benizli insanların çığlıkları yürek paralıyordu.” (Leyla’nın Evi)
“Açlık ve kıtlığa karşı Osmanlı şehri İskenderiye’den İstanbul’a zahire taşıyan gemiler, bununla beraber istenmeyen yolcular da getirdi. Ambarlarda İstanbul’a gelen fareler Galata ve Selimiye Kışlası önlerine demirleyen gemilerden karaya çıkarak değdikleri yere kara ölümün damgası olan veba mikrobunu bulaştırmaya başladı. Vebanın deposu uzun süre anlaşılamadı. Niçin sonrasında, gemiler ile kara arasındaki sandal irtibatı akla geldi. Şu sebeple Selimiye Kışlası yakınındaki fırına da veba mikrobu bulaşmıştı. Türk sıhhiye subaylarından biri bu mikrobun gemilerdeki farelerden gelebileceğini akıl etti ve durumu saptamak için koskoca Selimiye Kışlası’nda sıkı bir araştırmaya girişti. Kışlayı köşe nahiye arıyor, düşüncesini güçlendirecek bir kanıt bulmaya çalışıyordu. Bu kanıt de olsa olsa fare ölüleri olabilirdi. Hüseyin Ferit adındaki bu akıllı sıhhiye subayı, Bosnalı Abdullah Avni Paşa’nın kardeşi Ali Rıza Paşa’nın oğluydu. Ailenin birçok adam üyesi benzer biçimde Ali Rıza Paşa da imparatorluğun birçok cephesinde devam eden yıldırıcı savaşlarda ömrünü geçirdikten sonrasında, gene aile geleneğine uyarak Balkan Harbi’nde şehit düşmüştü.” (Leyla’nın Evi)
“İnsanlar ara sıra içinden çıkamadıkları ve baş edemeyecekleri sorunları –hele etik kararları– erteleme yoluna giderler ya, Zehra için de Ergun Bey’in sağ kolu olarak çalışmaya devam edip etmeme ikilemi aynen bu durumdaydı. Mevzuyu düşünmemeye çalışıyor, gündelik işlerin hayhuyu içinde oyalanıp duruyordu.” (Konstantiniyye Oteli)
““İnsanlar delidir!” dedim. “Neyi niçin yaptıklarını bilmezler. Beyinlerinde bir diktatör vardır, onları hormonları yönetir fakat bunun bilincinde olmazlar, kendi iradeleriyle davrandıklarını sanırlar. Bir ihtimal Arzu’nun durmadan kocasını sevdiğini söylemesi, kendini ikna gereğinin bir sonucuydu. Kim bilir nefret ediyordu adamdan. Bir ihtimal o şekilde bir insanla evlenmiş olduğundan başkalarına giderek cezalandırıyordu onu. Dedim ya insanoğlu delidir.” (Kardeşimin Hikayesi)
“Kısacası, eşi olmayan bir data hazinesi, kâmil insan mertebesine ermiş bir bilge, yerine bakılırsa hem şefkatli hem acımasız davranmasını bilen bir yönetici ve ilerleyen yaşına karşın kuvvetli kaslarını ve Afrikalı duruşunu başının mağrur dikliğiyle tamamlayan ben, bu ölümlü dünyada bir tek efendinin önünde boyun eğerek erdemimin ve sadakatimin kıymetini artırıyor ve onun övgülerine mazhar oluyorum. Artık anlamaya başladığınızı ummak isterim. Eğer, parşömen üstüne nesih harfleriyle yazdığım bu notları okuyan sizler de anlayışsız ve bilgisiz çıkarsanız, elimden hiçbir şey gelmez. Şu sebeple ne yazık ki, size ulaşabilecek bir sopaya haiz değilim.” (Engereğin Gözü)
Babil’in En Varlıklı Adamı – George S. Clason Tür:KitapYazar:George S. ClasonYayınlanma Zamanı:2018Yayınevi:Butik Mevzusu Kitapta Babil’de…
Çoğunlukla genç Instagram kullanıcıları, kendileri için uygun bir profil olmayan Instagram fenomenlerine yada hesaplarına rastladıktan…
Netflix, geniş film, dizi, belgesel ve program arşivine haiz en iyi çevrimiçi gösterim platformların içinde…
Rüya – Ivan Sergeyeviç Turgenyev Karakterler Anlatıcı: Hikâyenin merkezinde yer edinen anlatıcı, adı verilmemiş bir…
CD yazma programları, dijital dünyada geçmişe köprü kuran, nostaljik bir dokunuş sunan bununla beraber günümüzde…
[Chorus] Got two girls in the cut And I don't know what to do I…